(TÜRK HEYKEL
SANATI DOSYASI)
1- Türkiye’de Cumhuriyet Öncesi
Dönemde Heykel Dinamikleri
Ebru Nalan Sülün
Heykel Sanatı;
sanatsal ve toplumsal boyutta etkileşim çemberini çoğunlukla dinamik tutan, tüm
sanat kolları içerisinde aslında bireye kamusal alanlar sayesinde en yakın
duran, bu nedenle de bireysel tepkilere en çok hedef olan sanat dallarından
birisi olmuştur. Coğrafya olarak Türkiye söz konusu olduğunda ise;
belleksizlik, heykele karşı toplumsal farkındalığın azlığı, inanç, geçmişten
günümüze ulaşan ve alışkanlık haline gelmiş davranış modelleri, toplumun
heykele karşı duyarsızlığına sebep olmuştur. Bu yazı dizisi ile son yıllarda
daha da görünür olan heykel yarışmaları, genç heykeltıraşların sergilerde
izlenen başarıları, toplumsal boyutta ve medyada oluşan heykel dinamiği
nedeniyle adı sıklıkla anılan heykel sanatına bellek oluşturma sürecine katkı
sağlamak amaç edinilmiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki batılılaşma süreci ile başlatılan sanat tarihsel inceleme
kapsamında; Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında yabancı heykeltıraşlar ve anıt
heykel, Cumhuriyet Dönemi’nde heykelin batılılaşma süreci ve sanatçı
dinamikleri, Rudolf Belling Dönemi, Belling Sonrası Dönem, Türkiye’de bu
dönemden günümüze dek gelişen farklı heykel üslupları ve güncel sanatta öne
çıkan genç heykel sanatçıları incelenecektir.
C.F.Fuler-Sultan Abdulaziz- 19.yüzyıl |
yervant osgan- naile hanım büstü- alçı- 56x47x38 cm.istanbul resim ve heykel müzesi (1) |
isa behzat-sakallı adam-alçı-68x47x35 cm.-istanbul resim ve heykel müzesi |
Heykel sanatı hakkında
Ali Teoman Germaner der ki; “ Nedir yontu sanatı?...Sözel dilin yeterli
olamadığı, geçerli olamadığı yerde, görsel koşullara, kendine özgü olanaklara
ve maddenin özelliklerine dayanarak, çoğu kez dondurulmuş bir zaman diliminde,
sınırsız zamana uyabilen, özgün, gelişmiş bir iletişim aracıdır yontu sanatı.
İnsandan iletir, insana iletir, özünde insanca iletir. Sınırlı zamandan
sınırsız zamana iletir” (1).
Bu tanımlama
ışığında Türklerin tarihsel süreçte heykel sanatıyla ilişkisini sorgulamak
gerekirse; bu ilişki çok eski tarihlere götürülebilmektedir.
Devlet ve millet
olarak Türk adını ilk kullanan Göktürkler’in büyük kahramanı Kültigin adına
Orhun Vadisi’nde yapılan ve 1958 yılında Çekoslovak Arkeoloji Enstitüsü’nden
Lumir Jisl başkanlığındaki kazılarda ortaya çıkarılan mezar anıtında bulunan
heykeller, bu ilişkinin bir anlamda başlangıcıdır. Özellikle Külltigin adına
dikilen ve birer portre özelliği taşıyan balballar, Göktürk heykel sanatının
karakteristik örnekleri olarak değerlendirilmiştir. Göktürkler’den sonra
Uygurlar da, Göktürkler’in balbal heykellerine dayanan heykeller
gerçekleştirmişlerdir ve gerek insan gerek hayvan figürlerinde o güne değin
görülmemiş bir gerçekçilik sergilemişlerdir (2). İslamiyetin kabulünden sonra
Emevi dönemi’nde de Helenistik sanatın doğu versiyonları olarak nitelendirilen
bazı insan ve hayvan figürü taş yontularına rastlanabilmektedir. Anadolu
Selçuklu yapılarında görülen bazı figürlü rölyefler ise tipik olmayan örnekler
olarak değerlendirilmiştir (3). Örneğin; Wendy Shaw da 19.yüzyılda Avrupa’lı
gezginler tarafından tamamen yağmalanmadan önce, Konya surlarında Selçuklu
kabartma heykellerinin yanı sıra Helenistik tarzda yapılmış bir çıplak erkek
heykeli bulunduğunu yazmaktadır (4). Bilindiği üzere Kur’an’da tasviri açıkca
yasaklayan bir buyruk olmamasına karşın puta tapmaya değinen ayetler tüm tasvir
biçimlerinin yasaklanması şeklinde algılanmış ve İslam sanatının soyut bir
biçim dili benimsemesinde etkili olmuştur (5).
Osmanlı Dönemi’nde ise; Kanuni Sultan Süleyman
(1520-1562)’ın Mohaç Seferi’ne katılan Sadrazam İbrahim Paşa, Budapeşte’de
görüp sevdiği üç tunç heykeli İstanbul’a getirmiş ve Sultanahmet’teki sarayının
önüne koydurmuştur. Frenk lakabıyla da tanınan İbrahim Paşa, bu nedenle ağır
eleştiri ve hicivlere uğramıştır. İbrahim Paşa, heykel sevgisini halka ne yazık
ki kabul ettirememiştir. 1536’da idamının nedenleri arasında sayılabilecek bu
girişimi Osmanlı’nın heykele olan yaklaşımına referans veren bir gelişmedir.
Heykel sanatının resimden daha büyük tepkilere maruz
kalmasında heykelin puta daha çok benzemesi ve yere gölge düşürmesi etkili
olmuştur. Osmanlı Dönemi’nde 15.yüzyılda heykelin yer bulduğu; soyut, şematik,
geometrik unsurlar taşıyan çeşme formları, mezar taşları, mimari eserler
18.yüzyılda yerlerini rokoko üslubuna bırakırlar. 18.yüzyılda hızlanan diyaloglar
19.yüzyılda oluşacak batı etkileşimlerinin de oluşmasında zemin oluşturur.
Sultan
Abdulaziz (1830-1876) C.F.Fuller adlı heykeltıraşı İstanbul’ a getirterek at
üzerinde küçük boyutlu bir heykelini yaptırmıştır. Münih’te döktürülen bu ilk
heykel bir meydana dikilmedi. Padişah bunu Beylerbeyi Sarayı’na koydurttu.
Minyatür türü resimlerin kitap sayfaları arasına gizlenmesi gibi ilk heykel de
henüz halkın görebileceği bir yere yerleştirilememişti. Saray duvarları arasına
saklanmıştı.
19.yüzyıl
içinde yaptırıldığı bilinen atlı Abdülaziz heykelinin, Avrupa geleneklerini
anımsatan bir düşünceye bağlı bulunuşu, modern anıt sorununun gerçekleşme
koşullarını yansıtmıyordu. Bu konu; anıt alanında ulusal bir amacın gerçekleşme
zorunluluğunu taşır. Nitekim Abdülaziz heykeli; halkın gözü önüne koyulmuş
değildi. Bu bakımdan tümüyle özel bir amaca dönük olduğu belli idi. Dolayısıyla,
19.yüzyıl içinde İstanbul yada Türkiye’nin herhangi bir yerinde arslan, boğa, geyik
vb. hayvan figürlerinin dışında, figürlü heykel plastiğinden söz edilemez. Anıt
plastiğinin ulusal amaçlara dönük bir şekilde gerçekleşmesi Cumhuriyet’in
ilanından sonradır ve bu sorun özü bakımından giderek heykel sanatçılarının
plastik kaygılarını özgün bir gelenekle bağdaştırdıkları ve bu yoldan Avrupa
etkilerini yansıtan anıt plastiğinde köklü bir atılım yapmayı amaçladıkları
aşamalara kadar ulaşmıştır (6).
19.yüzyılın
sonlarında var olan toplumsal dinamikler içerisinde heykel sanatına yönelik
eğilimlere verilebilecek farklı kanıtlar da mevcuttur.
Ressam
Guillement 1877’de ilk özel akademiyi açtığı zaman, burası sadece resim eğitimi
yapacaktı. Bu Fransız hocanın özel akademisinde heykel eğitimine yer vermemesi
dikkat çekicidir. Ayrıca; 2 Mart 1883’te öğretime başlayan ve resim, heykel,
mimarlık, gravür dallarında öğretim yapacak Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kuruluşuna
ait gerekçe yazısında ilk kadro cetvelinde Heykel Bölümü’nün adının “Oymacılık”
şeklinde kaydedilmesi de ilginçtir (7).
Remzi Savaş
1882 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Heykel Bölümü’nün açılmasına dek
yaşanan süreç ile ilgili şu yorumu yapar:“… toplumda din adına heykele karşı
çıkma, bu dalda sanatçı yetişmesini engellemiş ve bugünkü heykel sanatımıza
temel olacak uzun ve köklü bir gelenek oluşamamıştır. Şüphesiz bu dala yatkın
birçok sanatçımız vardı. Mimariye bağlı taş işçiliğinde, mezar taşlarında
gösterdikleri başarıyı, din engelini aşabilselerdi üç boyutlu heykellerde de
gösterebileceklerdi. Bunu mezar taşlarında yasak engelini son sınırlarına kadar
kullanmış olmalarından anlıyoruz. Yapıtları her ne kadar heykelin plastik
sorunları ve endişeleri duyularak gerçekleştirilmiş olsa dahi, bugünkü heykel
sanatımıza temel olduğu söylenemez…” (8)
Türk Heykel
Sanatı’nın kaynağı Avrupa olmuştur. 1883 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’nin
sanatın batılılaşması gayreti ile açılması sonucunda heykel sanatında da batı
öğeleri izlenmeye başlanmıştır. Osman Hamdi Bey’in öncülüğünde açılan okulda
Heykel Bölümü’nün ilk eğitmeni Yervant Osgan Efendi (1855-1914) olmuştur. Osmanlı
Dönemi’nde batı üslubunda heykel yapan ilk heykeltıraş olarak
adlandırabileceğimiz Osgan Efendi’nin varlığı Heykel Bölümü’nün devamlılığına
büyük katkı sağlamıştır. Fakat; tüm bu gelişme dinamiklerine rağmen heykel
sanatı halkın fazla ilgisini çekmediği gibi tepkiler almaya da devam etmiştir. Sanayi-i
Nefise Mektebi’nin açılışından Cumhuriyet Dönemine kadar okulda heykel eğitimi
alan öğrenci sayısının azlığı da var olan sosyolojik duruşa kanıt
gösterilebilir.
Yervant Osgan Efendi
(1855-1914), 1883 yılında öğretime başlayan Sanayi-i Nefise Mektebi’nde 32 yıl
eğitimci olarak var olmuştur. Ayrıca; okulun kuruluşunda da rol aldığı ve Osman
Hamdi Bey’in müdürlüğü döneminde müdür yardımcılığı görevini de üstlendiği
bilinmektedir. Osgan Efendi; Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde Enrico Becketti,
Ghigi ve Venedik Rafaello Koleji’nde de G. Mazini ve Flippo della Vale
atölyelerinde eğitim görür. Yervant Osgan’ın 1908 yılında emekli olana dek
Sanayi-i Nefise’de hissedilen varlığı, dinamiği İlk Türk heykeltıraşların
yetişmesinde dönem sanatı ve tarihi sürece sağladığı katkı, yaşadığı dönemde heykel
sanatının gelişmesinde önemli bir paydayı oluşturur.
Osgan
Efendi’nin ilk öğrencileri, İhsan Özsoy, İsa Behzat, İzzet Mesrur, Mehmet Bahri
ve Basri’dir. İhsan Özsoy’un Osgan
Efendi’nin teklifi ile Heykel Bölümü’ne alınışı ile artık Özsoy bölümün ilk
öğrencisi olarak anılacaktır. İhsan Özsoy; 1891 yılında kurumdan mezun olur ve
Paris’e gider.
İhsan
Özsoy; Paris’te Deloye’un atölyesine girmiştir. Bu sanatçıyı kendisine tavsiye
eden Osman Hamdi Bey’dir. Fakat; Özsoy Deloy’un atölyesini kuru, yaşamdan uzak
bir yer diye nitelendirir ve terk eder. Sanatçı; Ecole des Beaux-Arts’da Emile
Arthur Soldi ve Thomas’nın öğrencisi olur. İstanbul’a dönüşünde açtığı atölye
polis takibatına uğramış, halk tarafından taşlanmıştır.1897’de Arkeoloji Müzesi
restoratörü olan İhsan Bey, 1908’de Osgan Efendi emekli olduğu için Sanayi-i
Nefise Mektebi Heykel Bölümü’nde eğitmen olarak çalışmalarına devam etmiştir. 1914
yılından sonra İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde görev alan sanatçı, okulun
Sanayi-i Nefise Mektebi ile birleşmesi sonucunda mezun olduğu okulda görev
yapmaya tekrar devam eder. Heykeltıraş İsa Behzat’da Osgan Efendi’nin ikinci
Türk öğrencisidir (9).
İhsan
Özsoy (1867-1944), ve İsa Behzat (1875-1916)’ın yapıtlarından bazıları İstanbul
Resim ve Heykel Müzesi’ndedir. İzzet Mesrur, Mehmet Bahri ve Basri gibi
sanatçılar ilk Türk heykeltıraşlar kuşağını oluştururlar. Cumhuriyet öncesi
dönemin bu sanatçılarından günümüze çok az sayıda eser kalmıştır. Ne yazık ki
üretilen heykel örneklerinin de çoğunun nerede olduğu bilinmemektedir.
İsa Behzat ve İhsan Özsoy’un eserlerinden bazıları
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde izlenebilir.
Bu dönemdeki
diğer heykel öğrencileri; İzzet Mesrur, Mehmet Bahri ve Basri’dir. Bu
sanatçıların bazı yapıtlarından örnekler Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi’nin yayınladığı bir katalogta yer almıştır (10).
19.yüzyılda batı etkili resim sanatının bile oldukça yavaş
adımlarla ilerlediği düşünüldüğünde, halkın heykel sanatını kabullenmesi ve kullanması
da uzun bir zaman dilimini gerektirecektir.
Bu zaman dilimi Cumhuriyet Dönemi’ne kadar uzanır. Heykel Sanatımızın
asıl gelişimi Heykel Bölümü’nden mezun olan ilk kuşağın öğrenimlerini Avrupa’da
tamamlayıp yurda döndükten sonra oluşturdukları dinamik ile gerçekleşecektir.
Cumhuriyet idealleri ile şekil değiştiren heykel sanatı bu dönemde belirgin bir
hareketlilik yaşayacaktır.
KAYNAKÇA
1- Ali
Teoman Germaner, “Heykel Sanatı”, Hürriyet Gösteri, Mayıs 1986, sayı:66, syf:
79.
2- Aytaç
Katı, Türk Plastik Sanatlar Tarihi, Eskişehir, 1993, Anadolu Üniversitesi
yayınları, sayfa: 135.
3- Ettinghausen,R.,The
Man-Made Setting-İslamic Art and Architecture. The World of Islam,der.Bernard
Lewis.,1976, Londra: Thames and Hudson.,syf:62.
4- Shaw,W.,
Osmanlı Müzeciliği-Müzeler, Arkeoloji ve Sanatın Görselleştirilmesi, 2004, İletişim Yayınları,İstanbul,syf:33.
5- İpşiroğlu,M.
İslamda Resim Yasağı ve Sonuçları, 1997, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, syf:
10.
6- Sezer Tansuğ, Çağdaş Türk Sanatı, 1996,
İstanbul: Remzi Kitabevi, syf: 73.
7- Mustafa
Cezar, “XIX. Yüzyıl Türkiye’sinde Heykel Plastiği Sorunu”, Hürriyet Gösteri, Mayıs
1986, sayı:66, syf: 83-85.
8- Remzi Savaş, “ Türk Heykeli Bugünü ve
Yarını”, Türkiye’de Sanatın Bugünü ve Yarını”,
1985, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları, syf:
123-129.
9- Sezer Tansuğ, Çağdaş Türk
Sanatı, 1996, İstanbul: Remzi Kitabevi, syf: 73.
10-Osman Hamdi
ve Sanayi Nefise Mektebi, Katalog Haz.Adnan Çoker, 1983, İstanbul: M.S.Ü.Güz.San.Fak. Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder