Sayfalar

23 Şubat 2012 Perşembe

BİR KADIN RETROSPEKTİFİ: “HAYAL ve HAKİKAT”



                                                                                     Ebru Nalan SÜLÜN

İstanbul Modern’de 16 Eylül’de açılan geniş kapsamlı bir kadın sergisi özelliği taşıyan “Hayal ve Hakikat”, içeriğinde barındırdığı 74 sanatçısı ile şablonlaşmış bir retrospektif olarak nitelendirilebilir.
“Hayal ve Hakikat”; Fatmagül Berktay, Zeynep İnankur, Burcu Pelvanoğlu ve Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğü ile şekillenirken kadın sanatçı olma ve Türkiye’de kadın olma hallerine alt okumalarında dikkat çekmeyi amaçlıyor.
12.İstanbul Bienali’ne eşzamanlı olarak izlenime açılan serginin sanatçı portföyü Osmanlı döneminden başlayarak günümüz çağdaş kadın sanatçılarına uzanıyor. Bu geniş çehre, “Hayal ve Hakikat”in Türkiye’nin sadece kadın sanatçılara ve sorunlarına yoğunlaşan en geniş kapsamlı sergisi olma unvanına kavuşmasına neden oluyor. Daha önce 1994 yılında Arkeoloji Müzesi’nde Tomur Atagök’ün küratörlüğünde düzenlenen “Modern Türkiye’nin Kadın Sanatçıları” sergisi bu çehreye sahip ilk sergi idi. Tomur Atagök’ün kadın sanatçılar üzerine odaklanan bir çok metni olduğunu biliyoruz. Bu serginin ardından 2009 yılında Berlin Pariser Platz’ta Beral Madra’nın küratörlüğünde düzenlenen “Ayaklarımın Altında Cenneti Değil, Dünyayı İstiyorum” sergisi de bu anlamda ikinci sergi olma özelliğini taşımakta. “Hayal ve Hakikat” sergisi aynı soruna odaklanan üçüncü sergi olmasına rağmen edindiği kapsamlı katılım nedeniyle ilk olma özelliğini taşımakta. 
İnci Eviner

Sergi üzerine tespitler yapmadan önce öncelikle “Hayal ve Hakikat” başlığının çıkış noktalarını derinleştirmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Öncelikle ismine odaklanalım:
Levent Çalıkoğlu katalog metninde bu süreci anlatıyor: “… “Hayal ve Hakikat” başlığı pek çok referansla birlikte Türkiye’de kadın ve kadın sanatçıların tarihsel bağlamda kendilerini konumlandırma arzularına ve bugünkü sosyal, kültürel ve politik dünyadaki hakikat arayışlarına bir sanat formu üzerinden işaret ediyor. Literatürde Türkiye’nin ilk kadın romancılarından biri olarak kabul edilen Fatma Aliye, Tanzimat Döneminin başat figürlerinden Ahmet Mithat ile 1891 yılında ortak bir roman kaleme alır: Hayal ve Hakikat. Bir aşk romanı olarak dönemin pek çok simgesel özelliğini bünyesinde barındıran iki bölümlü romanın hayal olarak adlandırılan kısmını Fatma Aliye, hakikate gönderme yapan kısmını Ahmet Mithat yazar. Romanın kapağında Fatma Aliye cinsiyetini belirten “Bir Kadın” mahlasıyla yer alır. Roman önce günlük bir gazetede yayımlanır, bir yıl sonra da kitap olarak basılır...”(1) Levet Çalıkoğlu’nun önerisi ile sergiye adını veren bu eserde kadına verilen anlamı ve toplumsal dinamiklerin boyutunu görmek mümkün. Bu noktada serginin içerik açısı ve adı arasında var olan uyum önemli bir paydayı oluşturuyor. Toplumsal ötekileştirmenin de vurgulandığı bu başlık hem sergide yer alan eserlerin seçimini, hem de çağdaş dünyada kadına biçilen rolü referanslıyor.

Sergi konsepti incelendiğinde; sergi, ilk anda görmeye alışık olduğumuz hatta belki de sıradan bulunmaya açık bir içeriğe sahip. Özellikle “kadın” temalı konseptlerin ve sergilerin kadını ötekileştirdiğini savunan fikirler de hesaba katıldığında sergiye yönelik yaklaşımların çeşitlenebileceğini de vurgulamak gerekiyor.
Ahu Antmen’in katalog metninde alıntıladığı Jacquline Skiles: “… Sanatçıyı ve sanatsal üretimi “kadın” ve “erkek” diye ayırdığımızda, kadınların üretimini özellikle görünür kılmaya çalıştığımızda, o nesnelerde “kadınlara özgü” olanı aramaya başladığımızda kadınları, farkında olarak ya da olmaksızın ötekileştirir,”numune”leştiririz. Çünkü; hatta dokunaklı yaşam öykülerini, kişisel sırların fısıltısını arar oluruz. Bu tür sanat, çoğu zaman “kadın” başlığı altında sergilenir ama “kadın sorunu” ilgi çekici bir konu olmaktan çıktığında güncelliğini yitirir. “ yorumunu yapar (2).
Nil Yalter

Skiles’in bu yorumu tartışmaya açıktır. “Ötekileşme” hali kaçınılması gereken bir haldir. Bu kabul gören bir gerçektir. Bu noktada “Hayal ve Hakikat” in bu görüş açısı dahilinde durduğu nokta nedir? “Hayal ve Hakikat”in Türkiye’de kadın temasını özellikle vurgulayan üçüncü, bu denli geniş açı ile bakan ilk sergi olduğu hesaba katıldığında farklı bir kulvarda değerlendirilmesi gerektiğini belirtmek gerekiyor.
Sergide değerlendirilmesi gereken diğer unsur ise; sergiye eserleri seçilen sanatçılar ve onları temsil eden eserleri. Sanatçı seçimi ve “Hayal ve Hakikat” üzerine sergi küratörlerinden Burcu Pelvanoğlu şu yorumu yapıyor: “Sergide özellikle güncel çalışmalarda çıkış noktamız kadınların yaptıkları işler üzerinden Türkiye'nin toplumsal yapısını okuyabilmekti. Yani, sergide özellikle 1954 yılı yani Aliye Berger'e kadar olan kısım, serginin “Hayal” kısmı gibi; öbür kısımsa artık kadın sanatçıların son derece üretici oldukları ama bir taraftan da Türkiye'de daha farklı seyreden kadınlıkların ortaya konulduğu “Hakikat”in temsili gibi oldu” (3). 
İpek Duben

Burcu Pelvanoğlu’nun belirttiği tespitler, eserler üzerinde belirgin bir açı ile yakalanabiliyor. 1954 sonrası yani daha çağdaş eserlerin içerikleri ve hesaplaşmaları incelendiğinde daha feminist, daha cüretkar bir hal ortaya çıkıyor. Ayrıca; bu dönem eserlerin toplumsal taşlamalara daha müsait oldukları belirgin bir şekilde okunurken video ve yerleştirmelerin büyük bir kısmında kadının cinsiyetine ve toplumda erkek bakış açısı ile yerleştirildiği cinsel konumuna diğer bir ifade ile cinsel obje haline gelen kadın bedeninin fenomolojik tespitlerine ulaşmak mümkün olabilmekte. Şükran Moral “Bordello”(1997) , Ebru Özseçen “ Çenekıran” (2008), Neriman Polat “Bozuk” (2002), Gülay Semercioğlu “ The Red Tulip” (2010) gibi sanatçıların sergi için seçilen yapıtları kadının beden ve cinsiyet kavramlarına odaklanan tavırları ile dikkatleri çekiyorlar. Sergide mekana yayılan ve mekan ile var olan yerleştirmelerden Kezban Arca Batıbeki’nin “Nereye Kadar?” (2002-2005), İpek Duben’in “Aşk Kitabı” (1998-2000) toplumsal dinamiklere göndermeler yapan, sosyolojik okumalara açık bir dil ile sergide öne çıkan yapıtlar arasında gösterilebilir.
“Hayal ve Hakikat” de seçilen eserlerin bir ortak noktayı paylaştığı çok açık: Türkiye’de kadın sanatçılar siyasi, ahlaki, toplumsal dinamikler, bedensel özgürlük sınırları üzerinden çok cepheli okumalar yapabildikleri gibi, tabuları yıkarak kendi bedenleri üzerinden de yer yer cüretkar göstergeleri sunmayı becerdiler. Dolayısı ile bu çok cepheli sonuçlar sergide de çok cepheli bir bakış açısı ile eser ve sanatçılar üzerinden okunabilmekte.
Bu noktada serginin konseptini ele alan Beral Madra sergi ile ilgili şu yorumu yapıyor: “…Sergide söz konusu gelişimi belirginleştiren bir sergi konsepti göremedim; sergilenen yapıtlar arasındaki ilişkiler ya da ilişkisizlikler belirgin değil; her şey çok yan yana dizilmiş. Eski tip müze düzeninden artık vazgeçmek gerekiyor. Öznel öyküler, değişim ve söylemler belirtilmiyor. Bu tür tekdüze yan yanalığı sanat tarihi açısından sakıncalı görüyorum”(4).
Beral Madra; 1980’lerden sonra izlediğimiz sergi konseptlerinin kavramsal çerçeveleri düşünüldüğünde haklı şikayetlerde bulunuyor. Fakat; sergi içeriğinin tarihsel boyutta oldukça geniş sınırlar ile çevrili olması ve belli tarih aralıklarından sonra ilişkisizliğin üslupsal ve temasal boyutta belirgin bir hal alması belli ki sergileme yönteminde kronolojik bir yöntem seçilmesini mecbur kılmış.
“Hayal ve Hakikat” 12.İstanbul Bienali’ne paralel olma avantajını kadın sanatçılar üzerinde değerlendirerek Türkiye’nin kadın sanatçılarını küresel konukların fazlaca olduğu bir tarih seçimi ile uluslararası boyuta taşıma özelliği ile de önemsenmeli. Sergiye paralel düzenlenen, “kadın” kavramını disiplinler arası bir açı ile tartışan konferans, paneller, sinema gösterimleri ile serginin açısını derinleştiren, genişleten etkinliklerde gerçekleşen tartışma alanları sayesinde serginin çemberinin tartışmaya açıldığını, bununda çözüm üretme arayışında önemli bir aşama olduğunu belirtmek gerekiyor.
“Hayal ve Hakikat” ,şu an tartışılan sergileme yöntemi, belirlediği sergi konsepti ile eminim daha sonra da tartışılmaya devam edilecek. “Kadın” ın toplum dinamikleri içerisinde her şartta ötekileşmesi –sanat da dahil- elbette kimse tarafından istenmeyen bir olgu. Fakat; “Hayal ve Hakikat” sergisini Türk kadın sanatçılarının sanat tarihsel ve sosyolojik boyutta belgeselleştirilmiş bir seçkisi olarak analiz etmek gerekiyor. Tarihsel boyutta bu tarz sergilerin böylesi belleksiz bir ortamda önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Son söz: “Kadın sanatçı” olgusunun yerini tamamen “sanatçı” olgusuna bıraktığı toplumsal çehrelere kavuşmak dileğiyle…


* Bu yazı Artist-actual Ocak -Şubat  2012'de yayınlanmıştır.







KAYNAKÇA


(1) Çalıkoğlu, Levent, “ Hayal ve Hakikat Türkiye’den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar”, Sergi Katalogu, 16 Eylül- 22 Ocak 2012: 19.

(2) Skiles, Jacguline, aktaran: Thalia Gouma-Peterson, Patricia mathews, “ Sanat Tarihinin Feminist Eleştirisi”, Sanat-Cinsiyet- Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri, İstanbul 2010: 63.

(3) Burcu Pelvanoğlu ile 13.12.2012 tarihinde gerçekleştirilen röportajdan derlenmiştir.

(4) Çorbacıoğlu, Sibel, “Kadın Sanatçılar Güldestesi”, Cumhuriyet Gazetesi, 17 Eylül 2011 , http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=277808

YAZININ METAMORFOZU ve BİR SERGİ: YAZININ RENGİ



    Ebru Nalan SÜLÜN

Bekir Coşkun ve Hasan Rastgeldi’nin birlikteliği ile şekillenen “Yazının Rengi”; 7 Şubat’da Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açıldı. Sergide yer alan metinler ve resimler,  içerisinde barındırdıkları yapıtaşları ile izleyenlere şaşırtıcı deneyimler yaşatıyor. Sergi izleyicisi öncelikle resim görmeyi ümit ederek mekana girdiğinde aniden farklı bir disiplin ile de yüzleşiyor. Sergide resimler ve eşzamanlı sunulan Bekir Coşkun’a ait köşe yazıları, aynı sorunsalı payda edinmiş iki farklı disiplinin bakış açılarını  sunuyor. Bu sunuş şeklinde göze çarpan en önemli ayrıntı, ressam ve gazeteci arasında beliren ortaklıkların aynı samimiyet ile dışa vurulmuş olması.  Bu dışavurumda iki ismin çocukluğuna uzanan anılar, yakın kan bağları ve yaşadıkları deneyimlerin benzerliklerinin önemli bir etkisinin olduğu açık. 
Hasan Rastgeldi- Göbeğini Kaşıyan Adam-Tuval Üzerine Karışık Teknik







            Sergi sürecinde böyle bir serginin neden oluştuğu merak edilebilir. Bu birlikteliğin oluşum fikri Hasan Rastgeldi’den doğmuş. Bekir Coşkun’un yıllardır ülkenin nabzını tutan ve samimiyet barındıran yazıları bu kez izleyene hem okuma hem izleme deneyimini yaşatıyor. Köşe yazılarını okuma sürecinde, yıllara dağılan yazıların seçilmiş olması izleyene düşünsel bakımdan hem Türkiye’nin hem de yazarın biyografisini gözden geçirme deneyimini de yaşatıyor. Bu birliktelik, disiplinler arası sanatın oldukça yoğun bir şekilde yaşandığı ve önemsendiği güncel sanat ortamında gazeteci-ressam beraberliği açısından da bir ilki barındırıyor. 
Hasan Rastgeldi-Battaniye- Tuval Üzerine Karışık Teknik

Serginin resimsel portföyünde ise; özellikle yazmayı resminin odağına yerleştiren sanatçının kullandığı materyaller ve renkler dikkat çekici. Birbirinden renkli yazmaların tuvallerin saf rengi ile sağladığı uyumu ve tuvallerden taşarak mekan ile kurduğu ilişkisi ilk bakışta resimsel süreci destekleyen ana elemanlar olarak öne çıkıyor. İçgüdüsel olarak oluşmuş bir samimiyeti de barındıran resim dilinde metinler ile sağlanan diyalog sayesinde çehresini daha da dinamikleştiren bir enerji dikkatleri çekiyor.
            Serginin ismi ile de referanslanan yazı-resim birlikteliği ise; ilk önce farklı beklentilerin oluşumuna açık bir ifadeye sahip. Yazının resim ile sağladığı bütünsellik ya da ilişki sanat tarihinin derinliklerinde sıklıkla izlenecek bir durum. Özellikle yirminci yüzyıldan sonra bu birliktelik farklı kullanım yolları ile karşımıza çıkmıştır. Burada değerlendirilebilecek yazı-resim ilişkisi ise; bu anlamda farklı bir kulvarda yol alarak bu ilişkiyi yapı bozuma uğratıyor ve dönüştürüyor. Yazıların çıkardıkları sesler resimler aracılığı ile çehresini genişleterek gücünü yükseltiyor.  Bekir Coşkun’un resimler üzerine söylediği “ Ben çok az yazmışım.” yorumu da ayrıca resim sanatının olanakları hakkında ipuçlarını barındırıyor. Resmin görsel dilinin gücü sergide yazının önüne geçiyor. Bir köşe yazısından alıntı yapmak gerekirse;“ O göbeğini kaşır.Göbeğinin tombik olması ona mutluluk verir, çünkü bu yaşamın tadını çıkarttığı anlamına da gelir. Ayağını altına alıp oturur.Elinde bayraklarla yürüyen kadınlar görünce “Ne vıyaklıyo bunlar len..”diye kızar. Haberleri sevmez. O Ti-Vi eğlence programına bakar…Kitap okumaz…Gazete bilmez…İlgi duyduğu tek gazete turşu kavanozlarının altına serdiği geçen senenin gazetesidir.Liderlerle ilgili en kapsamlı düşüncesi “müslüman adam”, demokrasi ile ilgili tek fikri ise “çalsın ama iş yapsın” dır. Sonra göbeğini kaşır…” Bu metin ve devamı Rastgeldi tarafından yapılan “Göbeğini Kaşıyan Adam” isimli resimde görselleşiyor.
            Daha önce 7 Ocak tarihinde İstanbul Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde de izlenen serginin daha sonra İzmir, Antalya, Eskişehir gibi farklı şehirlerde izleyenlerle buluşturulması planlanıyor. Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki sergi ise 29 Şubat’a kadar devam edecek…

 * Bu yazı 22 Şubat 2012 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.