Sayfalar

31 Ocak 2011 Pazartesi

Jakoben Bir Söylem ve Bir Sergi: Halk İçin Halka Rağmen!


 


Fırat Uysal-Orrrspu Çocuu

Mehmet Öğüt, Islahat - Maruz Kalmak, video, 4.58, 2010


                                                                          Ebru Nalan SÜLÜN

İstanbul’da Beyoğlu galerilerine bir alternatif oluşturan Anadolu yakası galerilerinden KargArt; 25 Ocak-3 Şubat 2011 tarihleri arasında “Halk için Halka Rağmen’”söylevi ile öne çıkan sergiye ev sahipliği yapıyor. Fırat Arapoğlu’nun küratörlüğündeki sergide Kardelen Fincancı, Şenay Kazalova, Melike Kılıç, Mehmet Öğüt, Ali Sarugan ve Fırat Uysal çalışmaları ile yer alıyorlar. Arapoğlu; sergiyi şekillendiren ”Halk İçin Halka Rağmen” sloganını jakoben ideallerin içerisinden çıkarmış. Jakobenizm ile Türkiye’nin son dönem dinamikleri üzerinde köprüler kurduğu anlaşılan sergiyi ve sergi içeriğini anlamak sanırım jakoben ruhunu tanımayı da gerektiriyor. Fransız kökenli Jakobenizm; tepeden inen, tepeden hükmeden anlamında kullanılıyor. Toplumda oluşturulacak değişikliklerin tepeden inme buyruk ve yöntemlerle gerçekleştirilmesi olarak da düşünülebilecek bu düşünce biçimi; toplum dinamiklerini bire bir etkileyen, toplum dinamiklerinde birtakım patlamalara neden olabilecek bir yönetim biçimidir. Bu idealde; inanılan görüş ve eyleme paralel ideolojiler ve ilkeler önemlidir. Karşıt görüşlere karşı affı olmayan jakobenlerin güç kullanarak kendi görüşlerini kabul ettirmek için çabaladıkları da bilinmektedir. Bilgisiz ve cahil halk, doğru olanı bulamaz ve çıkarlarını tespit edemez.O nedenle onların merkezi bir üslupla yönetilmeleri gerekmektedir.1789 Fransız Devrimi’nde öne çıkan bu siyasi grup, devrimin getirilerini aristokrasiden gelebilecek gerici hareketlere karşı korumak için çabalar. Zamanla büyük bir taraftar kitlesi oluşur ve Fransa’nın genelinde şubeler açarlar. Bu konuda daha fazla bilgi almak isteyenler; Roger Scruton'un 'A Dictionary of Political Thought” kitabını okuyabilirler.Arapoğlu; bir güncel sanat sergisi için neden bir jakoben sloganı seçtiğini şöyle açıklıyor: “…Jakobenizmin sloganı, hangi nedenlerden dolayı bir güncel sanat sergisinin başlığı olarak seçilir? Bu, belirli noktalardan açıklanabilir. Özünde Fransız Devrimi sürecinde ortaya çıkan bu sloganın, aslında Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan süreçte, bu coğrafyanın siyasal ve kültürel tarihinde yaşananları özetleyebileceği gösterilebilir. Tabii ki, sanat edimini de bundan bağımsız bir olgu olarak düşünmeden. Son dönemlerde sıklıkla tartışmaların merkezinde tepe- taban karşıtlığı yer alabilmeye başladı. Görünen o ki, henüz arzu edilen seviyede olmasa da, halkın devrimini mi yoksa devrimin halkını mı tartıştığımızı bilme noktasına geldik.Devlet,halk tarafından başta benimsenmese de,çeşitli devrimleri zorla kabul ettirme yolunu seçmekte ve kendisini her koşulda haklı görmektedir…” Sergi metninin devamında jakoben ruh ile günümüz Türkiye’sinin siyasi ve toplumsal ruhu tamamen benzeştiriliyor ve tüm bu tartışmalar içerisinde sanatın konumu, işlevi, stratejisinin ne olduğu sorunsalı gündeme getiriliyor.Sergideki yapıtları görmeden ne ile karşılaşılacağını tahmin etmenin zor olmadığı “Halk İçin Halka Rağmen” sergisi; öncelikle genç bir enerjinin izdüşümünü izleyene sunması ile önem taşıyor. Son yıllarda sayıları hızla artan inisiyatifler,genç yöneticilere sahip genç galeriler sayesinde artık genç sanatçılar dinamik bir potansiyel ile sivri fikirlerini ifade edebiliyorlar.Bu durum her şeye rağmen umut verici görünüyor. Disiplinlerarası bir duruşu ile dikkat çeken sergide; Fırat Uysal’ın heykel ve enstalasyonu bütünselleştirerek sergilediği “Orrrspu Çocuu” isimli heykeli ve el formları ile yazdığı “Devlet” yerleştirmesi serginin okunulan çalışmaları arasında yer alıyor.Uysal'ın devlet,bürokrasi,tuhaf ilişkiler üzerine yoğunlaştığı heykel çalışması duvar enstalasyonu ile desteklenmiş. Kardelen Fincancı’nın “Halk Plajı” yerleştirmesi ve ışık(laser) enstalasyonu da sergi mekanındaki boyutsallığı artıran ve sergi metni üzerine konuşan işler arasında yer alıyor. Ayrıca; Ali Sarugan’ın interaktif katılımlı maske çalışması da; “P"Persona" (Kod adı: Halk için halka rayban"ersona (Kod adı:halk için halka rayban)” interaktif duruşu ile şekillenen ve sergi süresince değişen boyutu ile dikkat çekiyor. Sergi katılımcılarının portre fotolarını çekerek hızla maskeye dönüştüren sanatçı; daha sonra bu maskeleri sahibi dışındaki katılımcılara hediye ediyor. Ayrıca; bu maskeler sergi alanında da sergileniyor.Yüzler değişiyor, bedenler dönüşüyor! KargArt’da 3 Şubat’a kadar izlenebilecek sergi, son aylarda Türkiye’de sanat ve devlet arasında yaşanılan anlaşmazlıklar ve tartışmalara metinsel bir boyut katması ile de önem taşıyor. Sanırım böyle bir ortamda sanatın yapabileceği en iyi ve yerinde şey de bu…

* Bu yazı 31 Ocak 2011 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 


17 Ocak 2011 Pazartesi

TÜRKİYE’DE BİTMEYEN HEYKEL SORUNU


Ayşe Aytaç Katı -Antalya Türkan Saylan Heykeli

Krippel-Afyon Anıtı

Isparta-Gül Heykeli!

Denizli Horoz Heykeli
                                                                                               Ebru Nalan SÜLÜN

Türkiye’de sanattaki gelişmeler incelendiğinde özellikle kamusal alana yayılan sanat yapıtlarının toplumsal baskı altında olduğu gerçeği öne çıkar.Galeri ve müzelerde yer alan eserlerin steril koşullarda izlenilirliğinin,toplumsal baskıdan uzak ve daha korunaklı olduğu söylenebilir.Tophane’de yaşanan galeri baskını düşünüldüğünde bu savın da çürüdüğünü söylemek sanırım yanılgı olmayacak...

Sanat yapıtları içerisinde heykel sanatı;özellikle kamusal alanda sergilenmesi nedeniyle toplumsal tehditlere daha fazla maruz kalmıştır.Bu durum da onu savunmasız hale getirmiştir.

Türkiye’de heykel düşmanlığı yeni değil.1883’de açılan Sanayi Nefise’nin Heykel Bölümü’nün ilk mezunlarından İhsan Özsoy da kamusal alanda ve atölyesinde halkın tepkisine maruz kalmıştı.1891’de okulu birincilikle bitiren Özsoy;eğitim için Paris’e gönderildi.1895’de tekrar yurda döndüğünde bir heykel atölyesi açtı.Fakat;birkaç gün içerisinde atölyesinin camlarını kırık halde buldu.Halk tepki göstermişti.Bu yoğun tepki üzerine de Özsoy atölyesini kapatmak zorunda kaldı.O zamandan bu zamana siyasi, toplumsal,sosyolojik boyutları ile ele alındığında birçok şeyin değişmiş olması gerekiyor.Fakat, ne yazık ki zihniyetler yaşananlara bakıldığında pek de değişmişe benzemiyor.O zamandan bu güne kadar farklı siyasi ideolojiler,partiler heykel ile bir türlü barışamadı.Devlet-sanat ilişkisi açısından değerlendirildiğinde de heykel;belki de en fazla müdahale gören sanat dallarından oldu.Günümüzde kamusal alanda halk ile bütünleşen bir çok sanatçı da aynı tepkisellik ve kabul görmezliği yaşamaya devam ediyor.Toplumsal boyutta ele alınması gereken siyasi,sosyolojik,psikolojik etmenleri bu gelişmelerin oluşumunda ana sebep olarak ele alabiliriz.

Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse;heykel sanatına 1895’de başlayan halk müdahaleleri,zamanla ahlak politikaları ve ideolojilere göre de çeşitlenen karşı duruşlarla devam etti.Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmaya başlanan Atatürk Heykelleri de en savunmasız grupta değerlendirilmesi gereken heykel grubudur.Tabii bu konu gerçekte oldukça derin tartışılması gereken sorunları barındırmakta.Atatürk heykellerinin üslup ve estetik sorunlarına değinmeyeceğim.Ayrıca; kamusal alanda yer alan estetiksiz heykellere, anıtlara ve yarışma sonucu meydanlarda görmeye alıştığımız canavara benzeyen anı heykellerine de...Çünkü; bu konu da çok büyük bir sorun olarak bir köşede durmakta.Fakat, birkaç örnek vereceğim.Afyon’daki Zafer Anıtı,Antalya’da yer alan etrafa dehşet saçan Türkan Saylan heykeli, Kumluca’daki patlıcan-domates heykeli, Isparta’daki dev gül heykeli ve çevre-kent dokusundan tamamen bağımsız tasarlanmış Fulya’daki Leyla Gencer heykeli ve diğerleri…

Şu an için heykele olan düşmanlığı kanıtlayan olaylar ve birçok vandal tutuma maruz kalan heykellerden biraz söz edelim.Dönem gazete ve dergilerinden onlarca heykelin yaşadıklarını belgeleyen bilgiler almak mümkün görünüyor.2007 Şubat ayı; İstanbul Cihangir parkında yer alan Oğuz Aral heykeli benzin dökülerek yakıldı.Hatta yazılanlara göre; benzini döken Özgür Apaydın” Özgürlük İstiyorum!” diye bağırmış.Memet Aksoy’un savunmasız kaldığı an;Tandoğan Meydanındaki “Su Perileri Anıtı”.Melih Gökçek gelir, bakar ve “Tükürürüm böyle sanatın içine” diyerek heykeli depoya kaldırır.İzmir Alsancak’ta yer alan Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencileri tarafından tasarlanan müzisyenler heykel grubu.Üç bronz heykelden oluşan heykel grubunda heykellerden bir tanesi çalındı(muhtemelen eritilip satılmıştır).Mozart heykelinin de kolu ve kemanı kesildi. Heykelin dudaklarına da vandallar ruj sürüp kaçtılar!Trajikomik bir hikaye daha;Eylül 2007’de Afyon Emirdağ’da bulunan Atatürk heykeli yıprandığı gerekçesiyle kaldırılmış.Sadece dört kişinin bildiği bir yere gömülmüş.Belediye Başkanı; “Heykelin yerini alnıma silah dayasanız söylemem” demiş.Ve diğerleri…

Son Osmanlı Dönemi’nde başlayıp 2011’lere kadar yaşanan onlarca savunmasız heykel hikayesi mevcut.Bu tutumlar aslında farklı siyasi düşüncelere sahip birçok belediye tarafından desteklendi.Bazısı da halkın tamamen kendi hazımsızlığı ve düşmanca tutumları ile gelişti.Tüm bunların sebebi nedir?Yine aynı yıkıcı bağlama ulaşıyoruz:cehalet…










6 Ocak 2011 Perşembe

PRESLENİP KURUTULMUŞ SORUNLAR ÜZERİNE                                                           

                                                                                                             Ebru Nalan SÜLÜN

Galeri Apel 18 Aralık 2010 tarihinde Bahadır Yıldız’ın“Preslenmiş ve Kurutulmuş” adlı sergisini izleyenlerle buluşturdu.Yıldız’ın eserleri;kapladığı sergi mekanı,mekan ile bütünleşmiş yapıtları ve bu yapıtların barındırdığı anlamları ile büyük önem taşıyor.

Bahadır Yıldız’ın bir önceki sergisinde kullandığı “Aşınma” kavramı şimdi yerini preslenme ve kurutulmaya bırakıyor.Yıldız’ın önemsenmesi gereken özelliği;sergilerinin organik bir süreci devam ettiriyor olması. Her sergide birbirini referanslayan üretimler sergi mekanında da birbirlerini referanslıyor.Her iş diğer işe gönderme yapıyor.Bu durum ise; serginin okunulurluğunu kolaylaştırıyor.Sanatçının bu serisi izleyene hemen “zamansız aşınmalar” sergisini hatırlatıyor.Ortak bir gündem olarak toplumun aşınma halini zımparalarla düzenlediği ve oluşturduğu yapıtlarıyla anlamlandıran Yıldız; heykeltıraş olmasının avantajını kullanarak malzemeye hükmediyor.Sanatçı;malzeme- kavram etrafında dönerken bu iki olguyu birbirinden bağımsız düşünmeyerek malzemenin anlam gücünü de kullanmış oluyor.Genel çerçevede ele alındığında; heykeltıraşlar malzeme seçiminde genellikle tutarlı olmaya çalışırlar.Hatta sanat tarihsel bir bakış ile düşünüldüğünde malzeme deneyselliğine sahip yada bu deneyselliğini sergilerinde görünür kılan çok az heykel sanatçısı vardır.Heykel eğitimi aldığı yıllarda başlayan bu merakının kaynakları onun o yıllarda yaşadığı coğrafya, yaşam kaynakları,mekanları ve edindiği toplumsal veriler ile şekillenmişti.Bu sergide de Yıldız; “osb levha” denilen preslenmiş ağaç kaplamaları kullanarak yine malzeme üzerinden bir içselleştirme sürecine girmiş.Bir inşaat malzemesi olan preslenmiş levhaları kendi ürettiği doğal boyalar,ağaç macunu,zift,kaynatılmış kırmızı soğan kabuğu ve ahşap boyası ile dönüştüren sanatçı yakaladığı pentürel etkiler ile de dikkat çekiyor.

Bahadır Yıldız;bir polis çocuğu.Ruhsal belleğinde yer etmiş bir takım travmalar tüm işlerinde ve sergilerinde olduğu gibi bu sergide de kendini belli ediyor.Sanatçı;özellikle ele aldığı iktidar kavramı ile dikkat çekiyor.Bu noktada kavramı;doğasından ötürü çevresi ile kurduğu ilişkileri,toplumsal iz düşümleri ile ele alan sanatçı,bunu yaparken her zaman izlediği çizgide yer almayı seçiyor.Daha önce ele aldığı aşınma eylemini kavramsal bir dil ile bu kez presliyor ve artık kurutuyor.Bu eylemler aslında dolaylandırılmış bir semiyoloji yoluyla toplumsal eleştiri boyutunda algılanması gereken bir tavrı oluşturuyor.Bu tavır toplumsal taşlama olarak da nitelendirilebilir.Malzemeyi gündelik hayatla ilişkilendirerek izleyene bir yaşam şablonu çıkaran sanatçı;hayatı,iktidarı,faili meçhul hayatları ve cinayetleri,üstü kapatılmış,bir anlamda kurutulmuş sorunları,koltuğa yapışmış iktidarları pentür,heykel ve yerleştirmeler ile görünür kılıyor.Bu görünür olma halinde oldukça sakin bir dile sahip olan sanatçı alçak sesle yüksek ses çıkaran bir ironik dili yakalamış.Bu dili desteleyen sergi mekanına da değinmeden edemeyeceğim.Sergide yer alan işler sanki her zaman buradaymış gibi mekana aitler ve mekan ile sağladıkları diyalog sayesinde daha gerçekler.Apel;geçmişten uzanan tarihi değişmemiş dokusu,yine tarihten söylenegelen esaret hikayeleri,genç sanatçılara verdiği desteği ile önemsenmesi gereken bir galeri.Genç sanatçıların varlığı ile artan dinamik ve anti konformist duruşlu sergiler bu mekanın önemini daha da artırıyor.

Sergi 15 Ocak 2011 tarihine kadar izlenebilir.


* Bu yazı 6 Ocak 2011 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

                                                                                                                                    Ebru Nalan SÜLÜN



Galeri Apel 18 Aralık 2010 tarihinde Bahadır Yıldız’ın“Preslenmiş ve Kurutulmuş” adlı sergisini izleyenlerle buluşturdu.Yıldız’ın eserleri;kapladığı sergi mekanı,mekan ile bütünleşmiş yapıtları ve bu yapıtların barındırdığı anlamları ile büyük önem taşıyor. Bahadır Yıldız’ın bir önceki sergisinde kullandığı “Aşınma” kavramı şimdi yerini preslenme ve kurutulmaya bırakıyor.Yıldız’ın önemsenmesi gereken özelliği;sergilerinin organik bir süreci devam ettiriyor olması. Her sergide birbirini referanslayan üretimler sergi mekanında da birbirlerini referanslıyor.Her iş diğer işe gönderme yapıyor.Bu durum ise; serginin okunulurluğunu kolaylaştırıyor.Sanatçının bu serisi izleyene hemen “zamansız aşınmalar” sergisini hatırlatıyor.Ortak bir gündem olarak toplumun aşınma halini zımparalarla düzenlediği ve oluşturduğu yapıtlarıyla anlamlandıran Yıldız; heykeltıraş olmasının avantajını kullanarak malzemeye hükmediyor.Sanatçı;malzeme- kavram etrafında dönerken bu iki olguyu birbirinden bağımsız düşünmeyerek malzemenin anlam gücünü de kullanmış oluyor.Genel çerçevede ele alındığında; heykeltıraşlar malzeme seçiminde genellikle tutarlı olmaya çalışırlar.Hatta sanat tarihsel bir bakış ile düşünüldüğünde malzeme deneyselliğine sahip yada bu deneyselliğini sergilerinde görünür kılan çok az heykel sanatçısı vardır.Heykel eğitimi aldığı yıllarda başlayan bu merakının kaynakları onun o yıllarda yaşadığı coğrafya, yaşam kaynakları,mekanları ve edindiği toplumsal veriler ile şekillenmişti.Bu sergide de Yıldız; “osb levha” denilen preslenmiş ağaç kaplamaları kullanarak yine malzeme üzerinden bir içselleştirme sürecine girmiş.Bir inşaat malzemesi olan preslenmiş levhaları kendi ürettiği doğal boyalar,ağaç macunu,zift,kaynatılmış kırmızı soğan kabuğu ve ahşap boyası ile dönüştüren sanatçı yakaladığı pentürel etkiler ile de dikkat çekiyor. Bahadır Yıldız;bir polis çocuğu.Ruhsal belleğinde yer etmiş bir takım travmalar tüm işlerinde ve sergilerinde olduğu gibi bu sergide de kendini belli ediyor.Sanatçı;özellikle ele aldığı iktidar kavramı ile dikkat çekiyor.Bu noktada kavramı;doğasından ötürü çevresi ile kurduğu ilişkileri,toplumsal iz düşümleri ile ele alan sanatçı,bunu yaparken her zaman izlediği çizgide yer almayı seçiyor.Daha önce ele aldığı aşınma eylemini kavramsal bir dil ile bu kez presliyor ve artık kurutuyor.Bu eylemler aslında dolaylandırılmış bir semiyoloji yoluyla toplumsal eleştiri boyutunda algılanması gereken bir tavrı oluşturuyor.Bu tavır toplumsal taşlama olarak da nitelendirilebilir.Malzemeyi gündelik hayatla ilişkilendirerek izleyene bir yaşam şablonu çıkaran sanatçı;hayatı,iktidarı,faili meçhul hayatları ve cinayetleri,üstü kapatılmış,bir anlamda kurutulmuş sorunları,koltuğa yapışmış iktidarları pentür,heykel ve yerleştirmeler ile görünür kılıyor.Bu görünür olma halinde oldukça sakin bir dile sahip olan sanatçı alçak sesle yüksek ses çıkaran bir ironik dili yakalamış.Bu dili desteleyen sergi mekanına da değinmeden edemeyeceğim.Sergide yer alan işler sanki her zaman buradaymış gibi mekana aitler ve mekan ile sağladıkları diyalog sayesinde daha gerçekler.Apel;geçmişten uzanan tarihi değişmemiş dokusu,yine tarihten söylenegelen esaret hikayeleri,genç sanatçılara verdiği desteği ile önemsenmesi gereken bir galeri.Genç sanatçıların varlığı ile artan dinamik ve anti konformist duruşlu sergiler bu mekanın önemini daha da artırıyor.

Sergi 15 Ocak 2011 tarihine kadar izlenebilir.

* Bu yazı 6 Ocak 2011 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

2 Ocak 2011 Pazar

METROPOL KÖLELİĞİ İLE YÜZLEŞME

                                                                                                                          Ebru Nalan SÜLÜN
“Kime yeteri kadar az gelirse, ona hiçbir şey yetmez” demiş Epikuros. Galeri Binyıl’da “Metropol Köleleri” ni izleyenlerle buluşturan Gül Yasa’nın Epikuros’un izlerini takip ederek anlamlandırdığı seri resimleri; gerçekleşeceğini bile bilmediğimiz hedefler için hayattan çalınan zamanları, değişen mekanları, ters göç kavramını renkli kent ve insan manzaraları ile dışa vuruyor.


Metropol yaşantısının getirileri ile mutlu olan günümüz insanı gittikçe doğal olan yerine yapayı koymakta ve bir süre sonra bu yapaylıktan haz almaya başlamakta. Bu haz alma duygusu aslında metropol köleliğinin başladığının göstergesidir...

Renklerde hissedilen canlı, neşeli ve saf değerler ile temada var olan sıkıntılı Metropol Köleleri arasında hissedilen tezatlık sorunların aslında daha da görünür olmasına neden olmuş. Görünür olan kölelik halini, yaşanan ve varlığı inkar edilemeyen metropol ironileriyle yansıtan sanatçı; kapitalist ve dengesi bozulmuş yaşam biçimlerini farkındalığı yok olmuş halleri ile bizlere sunuyor. Liberal ekonomik politikalarla çeşitlenen ve şekillenen yaşam biçimleri, değişen değer yargıları, konformist duruşlar ve yaşamın tam ortasında varlığı inkar edilemeyen çift kimlikli benlikler kölelik olarak nitelendirilirken bu durum bir esaret olarak değil tutku ile bağlanma boyutu ile değerlendiriliyor.

Sanatçının kendi yaşam katmanlarından ve sosyal hayatından da beslenen eleştirel duruşu onun altını ince çizgilerle çizdiği birtakım hiciv ve karikatürize olmuş hayat detayları ile daha da belirginleşiyor. Yasa; metropol kültürü ile geliştirdiği kendi öz benliğini metropol dışından bakarak sosyalleştirirken bu bakış açısı onun yaşam biçimlerine daha keskin gözlerle bakmasını ve yorumlamasını olanaklı kılmış.

Bu olanaklılık ise resimlerde gerçeklik dozunun yükselmesini, bir yüzleşme sürecinin başlamasını sağlıyor. Yasa’nın resimleri 8 Ocak 2011 tarihine kadar Galeri Binyıl’da izlenebilir.


* Bu yazı 03.01.2011 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.