6) Türk
Heykel Sanatı’nda Yeni Dönem: 1950 ve Sonrası Üzerine
Ebru Nalan SÜLÜN
1950’li
yıllarla birlikte ülkenin sanat ortamında yaşanan belirgin hareketlenmeler
heykel sanatına da yansımıştır. Akademideki geleneksel eğitime karşı olan
sanatçılar artık gelişen üslupları, malzemeleri takip edebilir, uygulayabilir
düzeye ulaşmışlardır. Ayrıca; aynı yıllarda Belling’in aksine malzeme
hakimiyeti ve yenilikçi heykel gelişimini takip eden ve uygulayan Zühtü
Müridoğlu ve Hadi Bara’nın 1950 yılında açmış oldukları heykel atölyeleri o
tarihe kadar Belling’in yönlendirdiği heykel atölyelerine alternatif bir
dinamik oluşturmuştur.
Türk
heykelinde ve anıt heykelciliğinde yenilikçi ve dinamik üslupları ile dikkat
çeken İlhan Koman, Sadi Çalık, Turgut
Pura, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin Anka Özkan, Yavuz Görey, Hüseyin Gezer gibi pek
çok sanatçıyı yetiştiren Rudolf Belling’in yanında, Zühtü Müridoğlu ve Hadi
Bara’nın yetiştirdiği Kuzgun Acar, Ali Teoman Germaner, Gürdal Duyar, Füsun
Onur, Tamer Başoğlu gibi sanatçıların farklı cephelerden değerlendirdiği heykel
sanatı artık çok daha dinamik ve çok daha cepheli bir gelişim çizgisine sahip
olmuştur.
Daha önce de
söz edildiği Akademide 1950’lere uzanan süreçte süregelen eğitimin hareketlenen
yapıtaşları Türkiye’de var olan heykel sanatının da hareketlenmesine sebep
olmuştur. Akademide eğitim veren Rudolf Belling, Zühtü Müridoğlu ve Hadi
Bara’nın farklı ekollerle yetiştirdiği ve Avrupa’ya gönderilen genç
sanatçıların eğitimlerinin sona ermesi ve ülkeye geri dönmeleri Türkiye’deki
heykel sanatında önemli bir hareketlenmeye sebep olacaktır. Genç sanatçılar
değişen malzeme duyarlılığını ve heykelde mekan anlayışını çözümleyerek
dönmüşlerdi.
İlerleyen bir
zaman yerine, yapısalcılığın da etkileriyle 1950’lerden itibaren Fransa’daki
entelektüel düşüncedeki zaman fikrinin sorunsallaştırılması çevrimsel zaman ile
heykel sanatımızı kesiştirmeye başlıyordu. Zaman, bu bağlamda, Türk
modernliğini, yine Batı modernliği dinamiklerine oturtmaya başlıyordu(1)
Türkiye’ye
eğitimlerini bitirip dönen sanatçıların edindikleri deneyimler akademik
eğitimin de dönüşümünü hazırlamıştır. Özellikle Ali Hadi Bara ve Zühtü
Müridoğlu atölyesinde yaşanan yenilikçi anlayış önemli oranda dikkat çekicidir.
Artık, yeni yetişen genç heykeltıraşların yetiştirilme programları da farklı
bir çehreye bürünmüştür. Özellikle sanatta soyut kavramı, non-figüratif sanatın
yeni açılımlar sağladığı yeni bir dönem başlamıştır. 1950’lerde Avrupa
sanatı’nda neler oluyordu? Tüm dünyada
olduğu gibi Türkiye’de de neden 1950 tarihi bir odağı oluşturur?
1939'dan
1945'e kadar süren II.Dünya Savaşı’na müttefik olarak katılan ülkeler uzun
yıllar yaralarını sarmaya çalıştılar. Ama sanat varlığını sürdürmeye her zaman
devam etmişti. İki dünya savaşı arasında sanat yine tüm hızıyla gelişimini
devam ettirirken sanatın merkezsinin yörüngesi değişti ve ivmeler alt üst oldu.
Avrupa yerini ABD’ye bıraktı. Fakat; iki dünya savaşı arası dönemde sanatın ve
sanatçının kabuk değiştirmesi, yeni tekniklerin, malzemelerin ve üslupların
ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Michel
Seuphor’un ilk kez Fransızca olarak 1949’da basılan ve daha sonra diğer dillere
çevrilen kitabı Soyut Sanat: Kökeni ve İlk Ustaları yeni oluşan akımın
gereksinim duyduğu cinsten parlak bir geçmişi anlatmaktadır. Bunu 1957’de
yayınlanan Mondrian ile ilgili bir inceleme yazısıyla Soyut sanat Sözlüğü
izlemiştir. Bu sürede soyut sanat akımı, aradığı zafere kavuşmuştur. Savaştan
sonra gelişen soyut eserler, ABD’de olduğu gibi Avrupa’da da temel olarak
karmaşık bir anlam taşıyordu. Oldukça çarpıcı görsel terimlerle, insanların
çektiği acılar ve felaketlere dair mesajlar iletilebiliyordu. Gelişip serpilen
soyut sanat, yöntemleri açısından Ekspresyonizm ve Sürrealizm ile bağlantılı
olarak, biçisel olmayan bir özellik göstermiştir. Elemantarizm ve
Konstrüktivizmde olduğu gibi, biçimlerin korunduğu soyutlama türüne
gidilmemişti. Bazen klasik soyutlama olarak da gösterilen bu hareket,1960’lara
kadar pek fazla dikkat çekmeden süre gelmiştir. 1960’larda figüratif
sanatçılar, yapıtlarında “insanın içinde bulunduğu koşulları” ifade etmeye
çalışırken, melodramatik eğilimler yansıtmışlardır. Germaine Richier gibi
önemli bir sanatçı bile savaş sırasında yaşadığı barbarlığı anlatmak için
etkili bir imge bulmaya çabalarken melodrama düşmekten kurtulamamıştır. Savaş
sonrası sanata egemen olan ifade biçimi, eskinin canlanışı olmuştur. Ancak,buna
süregelen bölgesel ve kitlesel yıkım tehdidi karşısında duyulan endişeyi,
dramatik olaylara bakışımızdaki kuşkuculuğumuzu da katmak gerekir. Korku ve
kader imgeleri, sanat eserlerinde sık sık rastlanan ve 1950’lerde başarılı
sonuçlar veren öğeler olmuştur. En önemli sanatçıların eserlerinde, insanın
içinde bulunduğu olumsuz koşullar dile getiriliyor ve aynı zamanda taşıdıkları
etkileri enerjileriyle bu koşullara karşı kazanılan zafer gözlemleniyordu.
Örneğin; Henry Moore’un, genellikle bronzdan yapılan, böylece daha çok
üretilebilen ve gitgide dünyada daha fazla saygı uyandıran heykelleri bu tür
yapıtlardı.Oysa Moore’un doğal eğilimi, uyumlu ve insana güven duygusu aşılayan
biçimler yaratma yönündeydi. Giacometti’nin ince, uzun figürleri yarınlarından
emin olamayan insanların hem güçsüzlüğünü, hem de dayanıklılığını mükemmel bir
biçimde ifade ederler(2)
Zühtü Müridoğlu-Soyut Kompozisyon-Ahşap-118-83-47 cm. |
Ayrıca, 1950 ardından
Anthony Caro, Robert Rauschenberg, Claes Oldenburg gibi sanatçıların malzeme
duyarlılıkları ve mekan kullanımları da önemlidir. Aynı yıllarda ABD ve
İngiltere’de soyut dışavurumculuğa tepki olarak doğan ve 1960’larda bir akım
haline gelen Pop Art’ın gelişimi de bu döneme damgasını vuran farklı açılımlardır.
Artık, hayat tarzları ve sanat daha fazla patikalar oluşturmaya başlamıştır.
Ekoller, üsluplar çeşitlenmeye, popüler unsurlar, yeni malzemeler ve yaşama
dair değer yargıları değişmeye dolayısıyla bu değişim sanatın da dönüşüm
yaşamasına yol açmıştır. Heykel ise özellikle değişen mekan ve malzeme
kullanımı ile içeriğini zenginleştirmiş ve daha fazla tartışılır
olmuştur.Böylesi bir hareketliliğin rüzgarı içerisinde eğitim alan Türk
heykeltıraşlar elbette ülkelerine döndüklerinde yeni bir heykelin oluşumunun
habercisi oldular.1939’lardan 1950’lere uzanan süreçte Rudolf Belling ve Zühtü Müridoğlu- Hadi Bara’ nın akademide verdiği eğitim ve bu eğitim sonunda Avrupa’ya gönderilen öğrencilerin geri dönüşü ile şekillenen Türkiye heykel sanatında 1960’lara gelindiğinde dinamik, genç, Avrupa’daki gelişen heykel vizyonunun farkında olan çok cepheli bir heykel sanatının yükseldiği izlenmektedir. Bu yeni nesil heykel sanatçıları; dinamik, malzemeye hakim, yenilikçi ve sanatın zamanla sağladığı uyumu iyi algılayan bir çehre ile heykel yapmaya başlamışlardır. Bu sanatçılar ülkede gelişen heykel sergilerinin de önemli isimleri olacaktır.
Ali Teoman Germaner(Aloş)- İsimsiz- 1955-57-Demir- 25-26-6 cm.- Sanatçı koleksiyonu |
Bu dönemi iyi
algılama adına, sanatçılar üzerinden minik değerlendirmelere yer vermek
gerekirse (3);
1946’da İlhan
Koman’ın yurtdışına gönderilişi ve 1946-48’de ikinci kez Paris’te bulunan Ali
Hadi Bara ile Zühtü Müridoğlu’nun yeni malzemeyle, yeni formlarla tanışmaları
heykel sanatında 1950 sonrası dönüşümleri hazırlar. Batı Sanatına bağımlı bir
biçimde gelişen Türk heykel sanatında 1950’li yıllara kadar Batı sanatına ayak
uyduramama ve onu geriden izleme görülür. Bu kimi yorumcular tarafından resim
için de bu şekilde kabul edilmekle birlikte heykeldeki gelişmelerin çok daha
geriden geldiği bir gerçektir. Heykel alanında Batı’ya giden ilk sanatçılarımız
da çağın sanatının değil, o sırada yerleşmiş olanın peşinden giderler. Örneğin
İhsan Özsoy, 20. yy başının çeşitli akımlarından bahsetmek yerine 19. yy’ın
natüralist anlayışıyla Türkiye’ye döner. Mahir Tomruk, Nijad Sirel nispeten
yeni bir anlayışa kulak verseler de Hildebrand ve onun Yeni Klasizm’inin
etkisinden çıkamazlar. Cumhuriyet’in ilk döneminde Avrupa’ya giden Ratip Aşir,
Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu ve Nusret Suman da Bourdelle, Maillol ve Despiau
etkileriyle dönerler ve bu öylesine bir etkidir ki son 20-30 yıla kadar
Akademi’ye giren tüm öğrencileri etkiler. Akademi’de Belling’in öğrencileri bu
gelişmelerden haberdar olmaya başlarlar ve başlangıçta Belling, “zamanının
gelmediği” gerekçesiyle onlara engel olur. Ancak bir süre sonra o da
kabullenmek zorunda kalır (3).
Belling’in
tutucu tavırları ve sanattan beklentileri yer yer sanat dergilerinde öğrencileri
tarafından anlatılmıştır:
Örneğin
öğrencisi Zerrin Bölükbaşı hocasını şöyle anlatır: “…Öğrencilerini
çalışmalarında serbest bırakırdı. Tek istediği, önce temel bilim olarak klasik
eğitimden geçmemiz ve insan figürünü, her adalesini ezbere bilecek kadar
içimize sindirmemizdi. Buradan hareket ettiğimizde, hepimizin ilerde kendi
yönümüzü çizebileceğimizi söylerdi .Prof. Hüseyin Gezer ise Belling’in eğitim
pragramının ilkelrini şöyle anlatır. “… Prof.Belling’in heykel eğitiminde
uyguladığı program konunun yapısına uygun ve kapsamlı; metodu ise, geçerli
rasyonel bir sisteme oturuyordu. Doğa etüdüne öncelik verir, öğrencilerin sekelemeden
uçmasına, soyut çalışmalar yapmasına,kısava abc’yi öğrenmeden yazarlığa
soyunmalarına izin vermezdi. Çünkü; hiçbirimizin, o aşamada henüz haberinde
bile olmadığımız “Doğanın, her alanda olduğu gibi biçim ve hacimde de sınırsız
çeşitlilik, bir örnekler hazinesi olduğu” gerçeğinin tüm boyutları ile elbette
ki bilincindeydi (4)”.
Belling ile
eşzamanlı akademide heykel eğitimi veren 1949 yılında Hadi Bara Paris’e gider.
Paris’e gidişi öncesinde, “asıl heykel sanatının doğayı klasik anlamda bir
yorumla verebilmek” olduğunu söylese de Paris’teki ortamdan etkilenir kuşkusuz.
Hadi Bara’daki
değişimin gelişimini İlhan Koman şöyle anlatır: “Hadi Bara Paris’e geldi ve
atölyemde benim çalışmalarımı gördü. Son derece üzülmüş, hatta kızmıştı. Ağır
başlı sanat yapmak dururken bu fantazilere, bu oyunlara girmenin anlamı yoktu.
Beni şiddetle suçluyordu. Bunun, devletin masraflarını boşa gidermek anlamında
olduğunu söyleyerek kınıyordu. Ben kendisine “Biraz durunuz hocam, bir süre
etrafınıza bakınız, tetkik ediniz, ondan sonra konuşalım. Sanat dünyasında,
sizin şimdi farketmediğiniz ciddi bir gelişme var” dedim. Kısa bir süre sonra
Hadi Bara da işin farkına varmış, kendisi de yeni denemelere başlamıştı bile. Hadi
Bara, ilk Paris eğitimi sonrasında edindiği ve 25 yıldır sürdürdüğü anlayışını
tamamen bir yana bırakarak yepyeni bir anlayışla Paris’ten döner. Heykel
Bölümü’ndeki eğitim bundan çok etkilenir. Heykel atölyesindeki bölünme de bu
döneme tekabül eder. Bir yanda Belling ve onun geleneksel eğitimi diğer yanda Ali
Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu atölyesindeki yeni, non-figüratif anlayış. Non-
figüratif sanatın Türkiye’ye yerleşmesinde, Ankara ve İstanbul’da bulunan
yabancı ülkelerin temsilciliklerinin düzenledikleri sergilerin de önemli bir
payı olur. 20 Kasım- 4 Aralık 1965’te Alman Kültür Ateşeliği Akademi
Salonları’nda bir heykel sergisi düzenleyerek figüratif sanatın yeni
yorumlarını sergiler. 31 Mart-15 Nisan 1967’de yine Akademi salonunda
İngilizler Henry Moore sergisi düzenlerler. Aynı yılın Aralık ayında Macarlar
grafik ve heykel sergisi açarlar. 30 Ocak 1970’te İngilizler, Ankara Güzel
Sanatlar Galerisi ve İstanbul Kültür Sarayı’nda 7 İngiliz Heykeltraşı sergisini
açarlar. 1970’te aynı mekanlarda Amerikan modern heykel sergisi de açılır ancak
Kültür Sarayı yangını nedeniyle 3 gün açık kalır. 12 Ekim-14 Kasım 1971’de
İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde yeniden Henry Moore Sergisi ve 16 Ekim-5 Kasım
1972’de İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde Amerikan Küçük Heykel Sergisi açılır (5).
Türkiye’de o
yıllardan günümüze heykel sanatında gelişen üslupları ve sanatçıları
spesifikleştirerek eserleri, sanatçı ekollerini, düzenlenen yurtdışı-yurtiçi
sergileri ve yarışmaları ülke dinamikleri üzerinden değerlendirmeye devam
edeceğim…
KAYNAKÇA
(1) Akay,
Ali (2006), “Farklı Modernlikler ve Dinamiklerdekiler”, Bellek ve Ölçek Sergi
Kataloğu, İstanbul: İstanbul Modern Yayınları, syf:16.
(2) Lynton,
Norbert (2004), Modern Sanatın Öyküsü, İstanbul: Remzi Kitabevi, syf:267.
(3)
1950’lere uzanan süreçte Türkiye’de heykel sanatının
kronojik olarak tespiti de dönem üzerinde aydınlatıcı bir etki yaratır.1946’da
İlhan Koman Paris’e gitmiştir. 1948’de Türk heykeltıraşlar Birliği kurulur ve
bu dernek heykel sanatı adına önemli bir adımdır. Aynı yıl içerisinde Hadi Bara
ve Hüseyin Gezer de Paris’e giderler. Ardından 1950 yılında Sadi Çalık Paris’e
gider. Ertesi yıl İlhan Koman Paris’ten döner.
Ayrıca; 1950’lerden sonra Hadi Bara’nın da üslubu değişecek ve soyut
heykellerine başlayacaktır. Ayrıca 1950’lerin başındaki diğer önemli gelişme de
1951-57 yılları arasında o yılların galericilik gelişiminde önemli bir paydayı
oluşturan Adalet Cimcoz’a ait Maya Sanat Galerisi’nde heykel sergilerine yer
verilmesidir. Galeride Zühtü Müridoğlu, Aloş ve Kuzgun Acar sergileri
gerçekleşmiştir.
(4) “1950
Sonrası Türk Heykeli” (Erişim Tarihi: 27 Ocak 2012).
(5) Şenyapılı,
Önder (2003), Otuz bin Yıl Öncesinden Günümüze Heykel, Ankara: ODTÜ Geliştirme
Vakfı Yayıncılık, syf: 111.