Müfide Kadri-Sahilde Aşk- 1907-08 Fragonard- Çalıntı Öpücük- 1788
Francesco Hayez-The Kiss- 1859 Hüseyin Gezer- Efe'nin Aşkı
Aşk insanoğlu var olduğu sürece her zaman yaşamı anlamlı kılan eşsiz duygular arasında yerini almıştır. Tarih sürecinde birçok sanatçı, filozof, şair aşkı anlamak için yıllarını vermişlerdir. Platon'un "Symposium" adlı eserinde, Aristophanes’in aşkın tarihine dair anlattığı hikaye belki de tüm bunların içerisinde en etkili olanıdır(1) .
Var olan ve gelişen küresel olgular içerisinde Doğu ve Batı ayrımının hala sürdüğünü varsayarsak Doğu ve Batı kültürlerinde aşk ; tüm insanlığın, ve kültürlerin ilgilendiği bir tema olmuştur. Bu ilgiler tabii bölge coğrafyaları, etnik kimlikler, hatta iklime göre çeşitlilik göstermiştir. Örneğin; Doğu kültürlerindeki aşk kavramı batı kültürlerindeki aşk kavramına bakış ve aşkı yaşayış biçimi tamamen farklıdır. Doğu kültürlerinde yaşanılan aşk kavramı, daha mistik, daha manevi bir olgudur. Bu nedenle Doğu kültürlerinin kalpten gelen sevgi, ruhi aşk, platonik aşk üzerinde yoğunlaştığı izlenir. Batıda ise; bu durum tensel teması adeta şart koşar ve en az ruha olduğu kadar bedene olan tutku da dikkatleri çeker. İngilizce düşünüldüğünde kelime olarak tam karşılığı bulunamayan namus ve manevi kelimeleri de aslında bu farklılığa minik ama önemli bir kanıt olarak sunulabilir.
Söz ettiğim açılardan değerlendirildiğinde “aşk”a bakış Türkiye ölçüt alındığında batıdan oldukça farklı bir gelişim çizgisi çizmiştir. İngilizce “love” olarak çevrilen bu terimin Türkçe karşılığı daha çok bedensel arzuya karşılık gelir. Bu boyutta değerlendirildiğinde “aşk” kavramı, Mevlana’dan, Yunus Emre’den gelen kültürel katmanlar üzerinde yükselen Türk sanatı ve geleneğinde ise kalp gözüne yönelik, oldukça derin anlamları içerisine yüklemiş bir olgudur. Aslında Elif Şafak’ın “Aşk” romanının her yaş grubundan, sosyal yapılanmadan ve inanç grubundan bu denli okunulur olması söz ettiğim katmanların hala merak uyandırır boyutta olduğunun kanıtıdır. Şafak; kitabında ilahi aşkın yanında, dünyevi aşktan küresel ağ ile gelen sanal aşka kadar uzanarak okurları aşka dair bir seyahate davet etmiştir.
Diğer yönden Türk toplumundaki aşk duygusu tamamen toplum katmanlarına yönelik duyguları içerir. Ülkeye, sevgiliye olan platonik aşk, romantik aşk, sahip olduğu mesleğe duyulan aşk, çocuğuna ve aileye olan aşk gibi çok yönlüdür. Küresel ağ içerisinde anlamını yitirmeye başlayan ve artık bütünlenmeye başlayan doğu-batı ayrımına paralel olarak toplumsal katmanlarda da bir takım niteliksel boyutta kaynaşmalar söz konusu olmuştur.
Baudrillard; “aşk konusunda ya aklınıza eseni söylersiniz ya da susup oturursunuz” demiş. Bu noktada Baudrillard “aşk” sözcüğünün anlaşılmazlığını ya da bir taraftan da çok konuşulurluğunun üzerinde durmuştur.
Batıda Kant, Heidegger, Shakespeare, Baudrillard gibi düşünürler ile şekillenen, yorumlanan “aşk” kavramı zaman sürecinde Mevlana, Yunus Emre’lerle şekillenen doğulu katmanları da etkisi altına almıştır. Aşkın metafiziği bu noktada değişmiştir. Türk toplumunda kültürel katmanlardan gelen manevi aşk zaman içerisinde batının bedensel aşkı ile buluşmuş ve toplumsal algı farklı boyutlara taşınmıştır. Bu boyutu bir nevi dünyevi- ilahi aşk, gerçek- gerçeküstü aşk hesaplaşması olarak da tanımlayabiliriz. Bu kaynaşma sanat yapıtları üzerinde de farklı kaynaşmalarla kendisini göstermiştir.
Peki biz bu kaynaşmanın ya da farklılığın varlığını nerede kanıtlarız? Bu süreci bize kanıtlayabilecek en somut ölçütlerden biri yapıt okumalarıdır. Tarih sürecinde bir yapıta bakmak, yapıtı konuşturmak aslında bize o dönemi tanımlayacak en önemli yoldur. Bu noktada beden olgusuna ilk etapta dikkat çekmek istiyorum. Kavram, tema ne olursa olsun sanat her dönemde ve bölgede (non-figüratifleri bu tespit dışında bırakırsak) öncelikle beden üzerinden konuşmuştur. Sanat tarihinde pek çok akımın birbirini takip ettiği, pek çok sanatçının bedeni ve bedenle bağlantılı pek çok temayı kullandığı söylenebilir. Fakat; evrensel ve kendiliğinden güdülenilen bir olgu olduğu düşünüldüğünde “aşk” da, araçsallaşan bedenin aracılığı ile asırlardır sanatta en çok incelenen ve kullanılan sorunsallardan birisi olmuştur.
Bu noktada yapılacak en önemli tespit belki de karşılaştırma yapmaktır. Oldukça spesifik örneklerle kanıt sunmak gerekirse; Batı sanatı ve aşk olgusu düşünüldüğünde akla gelen ilk eser Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in (1840-1917) The Kiss/ Öpücük ( 1886) adını taşıyan mermer heykelidir. Rodin; bu eserini bir kadına duyduğu karşılıksız aşkın sonucunda üretmiştir. 18.yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan özgürlük bilinci cinsellik ve aşk temalarının popülaritesini artırmıştır. Bizim için önemli olan bu eserdeki “aşk” kavramının yansıtılış şeklidir. Rodin aslında burada formları, ifadeyi oldukça bütünsel değerleri ile harmanlamayı bilmiştir. Çıplak erkek ve kadın bedeni arasındaki tensel farklılık bir takım volümlerle vurgulanmıştır. Heykeldeki tek tema öpücüktür. Bu öpücük izleyene aşk ve sevginin yanında cinselliği de çağrıştırır. Erkeğin şefkat duygularına karşı kadındaki ruhtan gelen teslimiyet duygusu dikkat çekmektedir. Ten teması ve sarılma duygusu izleyene aşk ile bütünlenmiş bedensel istek ve tutkuyu da gösterir. Mermer malzeme üzerinde gerçekleşen bu erotik duruş ve ifade dönem sanatı içinde ikonografisi ile şaşkınlık yaratmıştır. Bu noktada amacımız kendi kültürel yapılanmamız ve “aşk” olgusu üzerine bir tespit yapmak ise; Türk heykel sanatının önemli sanatçılarından Hüseyin Gezer’ e ait “Efenin Aşkı” isimli heykel çalışmasını Rodin’in “Öpücük” eseri ile karşılaştırmak mümkündür. Sanatçı; Türk heykel sanatında kullandığı “aşk” ve “anne-çocuk” temaları ile kendine özgü bir yol çizmeyi bilmiştir. Gezer; burada oldukça yerel ve özde sevgiyi, aslında bizim kendi kültürel altyapılarımızda var olan gerçek aşkı yansıtmaya çalışmıştır. Sanatçının “aşk” üzerine söyledikleri dikkate değerdir: “… ben aşkı aslında pozitif ile negatifin birbirini çekmesi olarak, evrensel bütünlüğü sağlayan “giz” olarak görürüm. Evrende egemen olan zıtlıklar içindeki uyumdur, bütünleşmedir …Bu kurgunun görünürdeki en açık hali, canlılarda, dişi ile erkek arasındakidir. Ben görüş olarak, birbirinin zıttı olarak ifade edilen bu iki değeri, birbirinin tamamlayıcısı olarak tanımlayıp gösterme eğilimindeyim. Ve bu görüşümün de evrensel gerçeğe uyduğunu sanıyorum…” (2) Heykel üslubu olarak Mezopotamya, Mısır, Hint, Ege geleneklerinden etkilenen sanatçı sanatta geçmiş ve yaşadığı dönemin ivmesini oldukça ustaca yollarla bütünlemiştir. Kübizm’in de etkisini duyumsadığımız figürsel çalışmalarından olan bu heykelinde, yöresel giysiler içerisindeki Ege’li bir köylü kızı ve yine aynı şablonda şekillendirilmiş kütlesel formdaki erkek figürünün gözlerle sağladıkları iletişime tanık oluyoruz. Aslında burada kurgulanan hareket, tamamıyla sanatçının dünya görüşüne, kültürel katmanlarına ve tabularına bağımlıdır. Burada “romantik aşk” duygusu ten temasındansa göz teması ile bütünselleştirilmiştir. İki heykel çalışmasında izlenen göstergelerde ve temada var olan aşkın görselleştirilmesindeki dil farkı da yine sözünü ettiğim ayrımlara kanıt olabilecek niteliktedir.
Benzer tespitlere ulaşabilmek adına farklı bir bakış açısı kullanarak resim sanatında da İtalyan sanatçı John William Waterhouse(1849-1917) ve İbrahim Çallı (1881-1960) karşılaştırılabilir. Waterhouse; “Tatlı Gülüm” adını taşıyan romantik eserinde tehlikeli güzellik ve gerçeğe olan yatkınlığını göstermiştir. Waterhouse genellikle tarihsel, mitolojik ve yazınsal eserler üretti. Bu süreçte ise; özgün eserlerden, metinlerden vazgeçmedi. Bu metin bağımlılığına rağmen resimlerdeki hüzün ve aşk her zaman sezilmektedir. Bu durum her sanatçıda var olan ruhsal yeraltının derinliklerindeki gizemden doğmuştur. “Tatlı Gülüm” adlı eserinde profilden yapılmış bir kadın figürü bulunmaktadır. Sanatçı eserinde 1891 yılında keşfettiği gizemli modelini kullanmıştır. Kadın figürü; bir bahçe ortamındadır. Figürün aşkın sembolü olan gülün kokusu karşısındaki kendinden geçme anını izlemek mümkündür. İkonografik kurguda gülün kokusu aşkın kokusunun yerini almış gibidir. Aşk uğruna yaşanan özlem ve hüzün duygusu eserin tüm ayrıntılarında izlenmektedir. İbrahim Çallı ise; Waterhouse’ın eserinden etkilendiğini net olarak belli ettiği “Gül Koklayan Kadın” isimli resminde, bağlı olduğu toplumun tabularını, sosyal ivmesini alt üst eden bir üslupla sanki bir takım mesajlar vermektedir. Çallı’ da da aşk ve duygu yüklü bir kompozisyon vardır. Fakat; toplumsal yapılanma gereği kadın figürünün saçına bir örtü geçirilmiştir. Diğer taraftan; Waterhouse’ da giyinik olan kadın model burada tezatlık oluşturacak şekilde transparan bir giysi ile karşımızdadır. Sanatçı; kadın bedeni, toplumdaki kadının sosyolojik konumu ve duruşunu artık özgürleştirmek istercesine eserlerinde de çıplaklığı göstermekten çekinmemiştir. Böylelikle izleyene toplumdaki dönüşümü ve geçiş sürecini yansıtmaya çalışmıştır. Çallı; bu eserde Waterhouse’daki izlenimleri ters yüz etmiştir. Kadın figürünün saçlarını kapatan örtüdeki şeffaflık ve elbisesinin transparan dokusundaki kapatarak gösterme hilesi ile toplumdaki batılılaşma süreci, fikirsel, sanatsal dönüşüm ifade edilmeye çalışılmıştır. İki eser arasındaki temasal benzerlik görsel okumalarda zıtlıkları da beraberinde getirmiştir. Özellikle Osmanlı imparatorluğu’nun batılılaşma döneminde toplum üzerinde geçmişten izler taşıyan tabuları yıkmak istercesine böylesi eser örneklerinin sayısı hızla artmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun batılılaşma döneminden günümüze, sanatın gelişim çizgisine bakıldığında eserlerde ilgi çeken önemli unsur; kadın-erkek arasında yaşanan ve Türk toplumu için mahrem bulunan cinsel sevgi, aşk ve tensel birlikteliği gösteren eser sayılarının yok denecek kadar az olduğudur. Türkiye’de bu temaların yerini çıplak nüler, yerel kültür, devrimler, aile kavramı, İstanbul, topluma dönük anlatım ve temalar almıştır. Tematik olarak Hüseyin Gezer ve toplumdaki dönüşümün ivmesini vermeleri açısından İbrahim Çallı örnekleri ülke sanatının farklı dinamiklerini, ikonografilerini ortaya koymaları açısından önemlidir.
Batıda da barok dönemde başlayarak rokoko dönemi ile yaygınlaşan aşk, cinsellik teması ve bunları ifade ediş yöntemi Türk resim ve heykel sanat tarihine bakıldığında oldukça farklı bir yol almıştır. Batıdaki yeni cinsel kültür ısrarla 19.yüzyıldan günümüze bireyin bedensel dış görüntüsünün içerisindeki ahlaki olguların düşmanı olmuştur. Biz de ise; Leyla Mecnun, Ferhat Şirin, Varka Gülşah hikayeleriyle büyüyen toplum, düzen içerisinde oluşan her türlü erozyona rağmen var olan romantik değerleri, platonik aşk olgusunu yaşadığımız dönemde hala muhafaza etmektedir. Yapıtlarda izlenen çekimserliğin sebebi de budur aslında. Türkiye’de geleneksel- kültürel yapı taşlarından beslenen ahlaki olguların zaman sürecinde batı ile kaynaştığı ve özümsendiği söylense de sanatta yapıt okumaları bu durumu inkar eder durumdadır. Günümüze dek gelişen ülke sanatımızda izlenen çekingen ve çekimser ifadeler yapıtlardaki göstergelere de yansımaktadır.
Şunu da kabul etmek gerekir ki; günümüz Türkiye’sinde tiyatro, opera gibi resim, heykel dışında kalan bir çok sanat kolu dahil olmak üzere aşk ve sevgi ile sunulan cinsel temalar toplum bazında da hoş karşılanmamıştır. Bu karşı duruşun geniş çerçevede devam ettiği söylenebilir. Toplum olarak batı ile olan kaynaşma durumu hep vurgulansa dahi biz sanatta var olan geleneksel değerlerimize yeni maddeleri çok zor eklemleyebiliyoruz. Günümüz söz konusu olduğunda ise; sanatımıza yeni, özgür ve güncel dinamikler eklemleyebildiğimiz oranda ilerleyebileceğimizi, gelişim ivmesini hızlandıracağımızı ve bu hızın da gerekli olduğunu vurgulamak bir zorunluluk haline gelmiştir. Sanat; teması, kavramı ne olursa olsun sınırlarını ve kurallarını eritmeli, geleneği, tabuları gösterme zorunluluğundan vazgeçmelidir…
(1) : "İnsanlar eskiden dört kollu, dört bacaklı, Hermafrodit ve çok güçlü yaratıklarmış. Kendi kendilerine yetebildikleri ve çok güçlü oldukları için her türlü taşkınlığı yapar, tanrıları onurlandırmayı ihmal ederlermiş. Bir gün tanrılar buna çok sinirlenmiş ve insanları ortadan ikiye bölmüşler; bir taraf erkek, bir taraf kadın olmuş. İkiye bölünen parçalar o kadar korkmuşlar ki birbirlerine sarılmışlar. Tanrılar bu işin böyle olmayacağını düşünüp, bedenlerini dünyanın farklı yerlerine dağıtmışlar. İşte o gün bugündür yarım olan parçalar, tamamlanmak için diğer yarılarını arar olmuşlar. Diğer yarılarını bulduklarında, gerçek aşka ulaşıyorlarmış” Aristophanes
(2) Hamit Kınaytürk, “ Heykeltıraş Hüseyin Gezer’le Söyleşi”, Sanat Çevresi, Nisan 1990, sayı:138, s.10-13
* Bu yazı RH artmagazine- Şubat 2010-syf:23-26 yayınlanmıştır.
Var olan ve gelişen küresel olgular içerisinde Doğu ve Batı ayrımının hala sürdüğünü varsayarsak Doğu ve Batı kültürlerinde aşk ; tüm insanlığın, ve kültürlerin ilgilendiği bir tema olmuştur. Bu ilgiler tabii bölge coğrafyaları, etnik kimlikler, hatta iklime göre çeşitlilik göstermiştir. Örneğin; Doğu kültürlerindeki aşk kavramı batı kültürlerindeki aşk kavramına bakış ve aşkı yaşayış biçimi tamamen farklıdır. Doğu kültürlerinde yaşanılan aşk kavramı, daha mistik, daha manevi bir olgudur. Bu nedenle Doğu kültürlerinin kalpten gelen sevgi, ruhi aşk, platonik aşk üzerinde yoğunlaştığı izlenir. Batıda ise; bu durum tensel teması adeta şart koşar ve en az ruha olduğu kadar bedene olan tutku da dikkatleri çeker. İngilizce düşünüldüğünde kelime olarak tam karşılığı bulunamayan namus ve manevi kelimeleri de aslında bu farklılığa minik ama önemli bir kanıt olarak sunulabilir.
Söz ettiğim açılardan değerlendirildiğinde “aşk”a bakış Türkiye ölçüt alındığında batıdan oldukça farklı bir gelişim çizgisi çizmiştir. İngilizce “love” olarak çevrilen bu terimin Türkçe karşılığı daha çok bedensel arzuya karşılık gelir. Bu boyutta değerlendirildiğinde “aşk” kavramı, Mevlana’dan, Yunus Emre’den gelen kültürel katmanlar üzerinde yükselen Türk sanatı ve geleneğinde ise kalp gözüne yönelik, oldukça derin anlamları içerisine yüklemiş bir olgudur. Aslında Elif Şafak’ın “Aşk” romanının her yaş grubundan, sosyal yapılanmadan ve inanç grubundan bu denli okunulur olması söz ettiğim katmanların hala merak uyandırır boyutta olduğunun kanıtıdır. Şafak; kitabında ilahi aşkın yanında, dünyevi aşktan küresel ağ ile gelen sanal aşka kadar uzanarak okurları aşka dair bir seyahate davet etmiştir.
Diğer yönden Türk toplumundaki aşk duygusu tamamen toplum katmanlarına yönelik duyguları içerir. Ülkeye, sevgiliye olan platonik aşk, romantik aşk, sahip olduğu mesleğe duyulan aşk, çocuğuna ve aileye olan aşk gibi çok yönlüdür. Küresel ağ içerisinde anlamını yitirmeye başlayan ve artık bütünlenmeye başlayan doğu-batı ayrımına paralel olarak toplumsal katmanlarda da bir takım niteliksel boyutta kaynaşmalar söz konusu olmuştur.
Baudrillard; “aşk konusunda ya aklınıza eseni söylersiniz ya da susup oturursunuz” demiş. Bu noktada Baudrillard “aşk” sözcüğünün anlaşılmazlığını ya da bir taraftan da çok konuşulurluğunun üzerinde durmuştur.
Batıda Kant, Heidegger, Shakespeare, Baudrillard gibi düşünürler ile şekillenen, yorumlanan “aşk” kavramı zaman sürecinde Mevlana, Yunus Emre’lerle şekillenen doğulu katmanları da etkisi altına almıştır. Aşkın metafiziği bu noktada değişmiştir. Türk toplumunda kültürel katmanlardan gelen manevi aşk zaman içerisinde batının bedensel aşkı ile buluşmuş ve toplumsal algı farklı boyutlara taşınmıştır. Bu boyutu bir nevi dünyevi- ilahi aşk, gerçek- gerçeküstü aşk hesaplaşması olarak da tanımlayabiliriz. Bu kaynaşma sanat yapıtları üzerinde de farklı kaynaşmalarla kendisini göstermiştir.
Peki biz bu kaynaşmanın ya da farklılığın varlığını nerede kanıtlarız? Bu süreci bize kanıtlayabilecek en somut ölçütlerden biri yapıt okumalarıdır. Tarih sürecinde bir yapıta bakmak, yapıtı konuşturmak aslında bize o dönemi tanımlayacak en önemli yoldur. Bu noktada beden olgusuna ilk etapta dikkat çekmek istiyorum. Kavram, tema ne olursa olsun sanat her dönemde ve bölgede (non-figüratifleri bu tespit dışında bırakırsak) öncelikle beden üzerinden konuşmuştur. Sanat tarihinde pek çok akımın birbirini takip ettiği, pek çok sanatçının bedeni ve bedenle bağlantılı pek çok temayı kullandığı söylenebilir. Fakat; evrensel ve kendiliğinden güdülenilen bir olgu olduğu düşünüldüğünde “aşk” da, araçsallaşan bedenin aracılığı ile asırlardır sanatta en çok incelenen ve kullanılan sorunsallardan birisi olmuştur.
Bu noktada yapılacak en önemli tespit belki de karşılaştırma yapmaktır. Oldukça spesifik örneklerle kanıt sunmak gerekirse; Batı sanatı ve aşk olgusu düşünüldüğünde akla gelen ilk eser Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in (1840-1917) The Kiss/ Öpücük ( 1886) adını taşıyan mermer heykelidir. Rodin; bu eserini bir kadına duyduğu karşılıksız aşkın sonucunda üretmiştir. 18.yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan özgürlük bilinci cinsellik ve aşk temalarının popülaritesini artırmıştır. Bizim için önemli olan bu eserdeki “aşk” kavramının yansıtılış şeklidir. Rodin aslında burada formları, ifadeyi oldukça bütünsel değerleri ile harmanlamayı bilmiştir. Çıplak erkek ve kadın bedeni arasındaki tensel farklılık bir takım volümlerle vurgulanmıştır. Heykeldeki tek tema öpücüktür. Bu öpücük izleyene aşk ve sevginin yanında cinselliği de çağrıştırır. Erkeğin şefkat duygularına karşı kadındaki ruhtan gelen teslimiyet duygusu dikkat çekmektedir. Ten teması ve sarılma duygusu izleyene aşk ile bütünlenmiş bedensel istek ve tutkuyu da gösterir. Mermer malzeme üzerinde gerçekleşen bu erotik duruş ve ifade dönem sanatı içinde ikonografisi ile şaşkınlık yaratmıştır. Bu noktada amacımız kendi kültürel yapılanmamız ve “aşk” olgusu üzerine bir tespit yapmak ise; Türk heykel sanatının önemli sanatçılarından Hüseyin Gezer’ e ait “Efenin Aşkı” isimli heykel çalışmasını Rodin’in “Öpücük” eseri ile karşılaştırmak mümkündür. Sanatçı; Türk heykel sanatında kullandığı “aşk” ve “anne-çocuk” temaları ile kendine özgü bir yol çizmeyi bilmiştir. Gezer; burada oldukça yerel ve özde sevgiyi, aslında bizim kendi kültürel altyapılarımızda var olan gerçek aşkı yansıtmaya çalışmıştır. Sanatçının “aşk” üzerine söyledikleri dikkate değerdir: “… ben aşkı aslında pozitif ile negatifin birbirini çekmesi olarak, evrensel bütünlüğü sağlayan “giz” olarak görürüm. Evrende egemen olan zıtlıklar içindeki uyumdur, bütünleşmedir …Bu kurgunun görünürdeki en açık hali, canlılarda, dişi ile erkek arasındakidir. Ben görüş olarak, birbirinin zıttı olarak ifade edilen bu iki değeri, birbirinin tamamlayıcısı olarak tanımlayıp gösterme eğilimindeyim. Ve bu görüşümün de evrensel gerçeğe uyduğunu sanıyorum…” (2) Heykel üslubu olarak Mezopotamya, Mısır, Hint, Ege geleneklerinden etkilenen sanatçı sanatta geçmiş ve yaşadığı dönemin ivmesini oldukça ustaca yollarla bütünlemiştir. Kübizm’in de etkisini duyumsadığımız figürsel çalışmalarından olan bu heykelinde, yöresel giysiler içerisindeki Ege’li bir köylü kızı ve yine aynı şablonda şekillendirilmiş kütlesel formdaki erkek figürünün gözlerle sağladıkları iletişime tanık oluyoruz. Aslında burada kurgulanan hareket, tamamıyla sanatçının dünya görüşüne, kültürel katmanlarına ve tabularına bağımlıdır. Burada “romantik aşk” duygusu ten temasındansa göz teması ile bütünselleştirilmiştir. İki heykel çalışmasında izlenen göstergelerde ve temada var olan aşkın görselleştirilmesindeki dil farkı da yine sözünü ettiğim ayrımlara kanıt olabilecek niteliktedir.
Benzer tespitlere ulaşabilmek adına farklı bir bakış açısı kullanarak resim sanatında da İtalyan sanatçı John William Waterhouse(1849-1917) ve İbrahim Çallı (1881-1960) karşılaştırılabilir. Waterhouse; “Tatlı Gülüm” adını taşıyan romantik eserinde tehlikeli güzellik ve gerçeğe olan yatkınlığını göstermiştir. Waterhouse genellikle tarihsel, mitolojik ve yazınsal eserler üretti. Bu süreçte ise; özgün eserlerden, metinlerden vazgeçmedi. Bu metin bağımlılığına rağmen resimlerdeki hüzün ve aşk her zaman sezilmektedir. Bu durum her sanatçıda var olan ruhsal yeraltının derinliklerindeki gizemden doğmuştur. “Tatlı Gülüm” adlı eserinde profilden yapılmış bir kadın figürü bulunmaktadır. Sanatçı eserinde 1891 yılında keşfettiği gizemli modelini kullanmıştır. Kadın figürü; bir bahçe ortamındadır. Figürün aşkın sembolü olan gülün kokusu karşısındaki kendinden geçme anını izlemek mümkündür. İkonografik kurguda gülün kokusu aşkın kokusunun yerini almış gibidir. Aşk uğruna yaşanan özlem ve hüzün duygusu eserin tüm ayrıntılarında izlenmektedir. İbrahim Çallı ise; Waterhouse’ın eserinden etkilendiğini net olarak belli ettiği “Gül Koklayan Kadın” isimli resminde, bağlı olduğu toplumun tabularını, sosyal ivmesini alt üst eden bir üslupla sanki bir takım mesajlar vermektedir. Çallı’ da da aşk ve duygu yüklü bir kompozisyon vardır. Fakat; toplumsal yapılanma gereği kadın figürünün saçına bir örtü geçirilmiştir. Diğer taraftan; Waterhouse’ da giyinik olan kadın model burada tezatlık oluşturacak şekilde transparan bir giysi ile karşımızdadır. Sanatçı; kadın bedeni, toplumdaki kadının sosyolojik konumu ve duruşunu artık özgürleştirmek istercesine eserlerinde de çıplaklığı göstermekten çekinmemiştir. Böylelikle izleyene toplumdaki dönüşümü ve geçiş sürecini yansıtmaya çalışmıştır. Çallı; bu eserde Waterhouse’daki izlenimleri ters yüz etmiştir. Kadın figürünün saçlarını kapatan örtüdeki şeffaflık ve elbisesinin transparan dokusundaki kapatarak gösterme hilesi ile toplumdaki batılılaşma süreci, fikirsel, sanatsal dönüşüm ifade edilmeye çalışılmıştır. İki eser arasındaki temasal benzerlik görsel okumalarda zıtlıkları da beraberinde getirmiştir. Özellikle Osmanlı imparatorluğu’nun batılılaşma döneminde toplum üzerinde geçmişten izler taşıyan tabuları yıkmak istercesine böylesi eser örneklerinin sayısı hızla artmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun batılılaşma döneminden günümüze, sanatın gelişim çizgisine bakıldığında eserlerde ilgi çeken önemli unsur; kadın-erkek arasında yaşanan ve Türk toplumu için mahrem bulunan cinsel sevgi, aşk ve tensel birlikteliği gösteren eser sayılarının yok denecek kadar az olduğudur. Türkiye’de bu temaların yerini çıplak nüler, yerel kültür, devrimler, aile kavramı, İstanbul, topluma dönük anlatım ve temalar almıştır. Tematik olarak Hüseyin Gezer ve toplumdaki dönüşümün ivmesini vermeleri açısından İbrahim Çallı örnekleri ülke sanatının farklı dinamiklerini, ikonografilerini ortaya koymaları açısından önemlidir.
Batıda da barok dönemde başlayarak rokoko dönemi ile yaygınlaşan aşk, cinsellik teması ve bunları ifade ediş yöntemi Türk resim ve heykel sanat tarihine bakıldığında oldukça farklı bir yol almıştır. Batıdaki yeni cinsel kültür ısrarla 19.yüzyıldan günümüze bireyin bedensel dış görüntüsünün içerisindeki ahlaki olguların düşmanı olmuştur. Biz de ise; Leyla Mecnun, Ferhat Şirin, Varka Gülşah hikayeleriyle büyüyen toplum, düzen içerisinde oluşan her türlü erozyona rağmen var olan romantik değerleri, platonik aşk olgusunu yaşadığımız dönemde hala muhafaza etmektedir. Yapıtlarda izlenen çekimserliğin sebebi de budur aslında. Türkiye’de geleneksel- kültürel yapı taşlarından beslenen ahlaki olguların zaman sürecinde batı ile kaynaştığı ve özümsendiği söylense de sanatta yapıt okumaları bu durumu inkar eder durumdadır. Günümüze dek gelişen ülke sanatımızda izlenen çekingen ve çekimser ifadeler yapıtlardaki göstergelere de yansımaktadır.
Şunu da kabul etmek gerekir ki; günümüz Türkiye’sinde tiyatro, opera gibi resim, heykel dışında kalan bir çok sanat kolu dahil olmak üzere aşk ve sevgi ile sunulan cinsel temalar toplum bazında da hoş karşılanmamıştır. Bu karşı duruşun geniş çerçevede devam ettiği söylenebilir. Toplum olarak batı ile olan kaynaşma durumu hep vurgulansa dahi biz sanatta var olan geleneksel değerlerimize yeni maddeleri çok zor eklemleyebiliyoruz. Günümüz söz konusu olduğunda ise; sanatımıza yeni, özgür ve güncel dinamikler eklemleyebildiğimiz oranda ilerleyebileceğimizi, gelişim ivmesini hızlandıracağımızı ve bu hızın da gerekli olduğunu vurgulamak bir zorunluluk haline gelmiştir. Sanat; teması, kavramı ne olursa olsun sınırlarını ve kurallarını eritmeli, geleneği, tabuları gösterme zorunluluğundan vazgeçmelidir…
(1) : "İnsanlar eskiden dört kollu, dört bacaklı, Hermafrodit ve çok güçlü yaratıklarmış. Kendi kendilerine yetebildikleri ve çok güçlü oldukları için her türlü taşkınlığı yapar, tanrıları onurlandırmayı ihmal ederlermiş. Bir gün tanrılar buna çok sinirlenmiş ve insanları ortadan ikiye bölmüşler; bir taraf erkek, bir taraf kadın olmuş. İkiye bölünen parçalar o kadar korkmuşlar ki birbirlerine sarılmışlar. Tanrılar bu işin böyle olmayacağını düşünüp, bedenlerini dünyanın farklı yerlerine dağıtmışlar. İşte o gün bugündür yarım olan parçalar, tamamlanmak için diğer yarılarını arar olmuşlar. Diğer yarılarını bulduklarında, gerçek aşka ulaşıyorlarmış” Aristophanes
(2) Hamit Kınaytürk, “ Heykeltıraş Hüseyin Gezer’le Söyleşi”, Sanat Çevresi, Nisan 1990, sayı:138, s.10-13
* Bu yazı RH artmagazine- Şubat 2010-syf:23-26 yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder