Sayfalar

23 Eylül 2011 Cuma

İpek Duben ile “Ödünç Nesneler” ve “Türkiye’de Sanat Dinamiği” *






Ebru Nalan SÜLÜN


İpek Duben’in 1-30 Nisan 2011 tarihleri arasında Başak Şenova küratörlüğünde CDA Projects’te sergilenen “ Ödünç Nesneler” sergisi; geçmişe dair sunduğu referansları, mekan ile sağladığı diyaloğu ve şiirsel iç yüzü ile önemsenmesi gereken sergiler arasında idi. Bu nedenle İpek Duben ile “Ödünç Nesneler” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşide sanatçının 35 yıllık sanat geçmişini de unutmayarak günümüz Türk Çağdaş Sanatı üzerine de düşüncelerini aldık:

Ebru Nalan Sülün “Ödünç Nesneler” serginizi sizin için özellikli kılan nedenler neler? “Ödünç Nesneler” nereden ödünç alındılar?

İpek Duben Bu sergim bir retrospektif değildir. Hiç görülmemiş olan bazı işlerimle eski bazı işlerime referansla “ödünç” aldığım ve yeniden ilişkilendirdiğim bir yapıya sahip. Örneğin; Children of Paradise “ Cennetin Çocukları” hiç gösterilmemişti. Diğer işlerim daha önce gösterdiğim eski işlerimi referanslıyordu. O işlere atıfta bulunarak onlardan ödünç ayrıntılar sundum. Aslında tüm işlerin bir arada bir bütünlüğü var. Ödünç alınan nesneler kendi aralarında bir diyalog oluşturuyorlardı. Ve o diyaloğu belirleyen ve köprü işlevi gören de şiirlerimden aldığımız mısralardı. Bu mısralar farklı proje süreçleri için yazılmış şiirlerdir. Şiirlerden aldığımız parçaları farklı mısraların orijinal bağlantılarını gözetmeden bu sergiye uygun bir bağlaç olarak kullandık. Ortaya çıkan şey benim perspektifini sunuyordu. Yani; benim görüş açımın sürekliliğini. Ama bunun üstündeki daha önemli soru; “ödünç” kelimesinin bu sergide ne ifade ettiğidir. Yani;ben aynı şeyi mi tekrar ediyorum? Mesela 1994’de yapılan bir işe bugün atıfta bulunuyoruz, aradan 16-17 sene geçmiş. Burada iki anlamda iki duruş sergileniyor. Biri belli bir süreklilik olduğu, diğeri de kendimi atadığım meseleler. Bende heyecan yaratarak beni uğraştıran, sanatımın konusu olan meselelerin hala geçerli olduğunu görmek. İnsan olma meselesinin problemlerini-ki ben onlara mikroplar da diyorum- fark etme hali.

E.N.S. Sergiyi genel portföyde izlediğinizde yıllar içerisinde sergilediğiniz tavırlarda nasıl ortak noktalar yakaladınız?
İ.D. Kimlik aslında öne çıkıyor. Kimlikler içindeki problematikler; milli kimlikler, etnik kimlikler, var olan ön yargıların sürekliliği, aile içi şiddet, kadının ikincil ya da çok mağdur durumu, bu durumun sürekliliği gibi meseleler. Ayrıca; zorunlu göç, bu göç halinin yüzyılın içinde sürekliliğindeki ironik durum göze çarpıyor. Yani “böyle gelmiş böyle gider” deme halini farkındalığa açmak. Biraz gülerek, biraz eleştirerek takındığım tavırla böyle gider mi? gidecek mi? sorusunu soruyorum. Bütün bu problematiklerin arkasında benim ironik duruşum varsa eğer bu alay etmek değil insan dramını göstererek sorgulamak. Böyle mi devam edecek sorusunu hem kendime hem de seyirciye sormak meselesi. Soru işareti doğruyu bulmaya götürebilir. Serginin orta yerinde bu soruyu tavandan asmak gibi bir şey. Bu noktada da geçmişten aldığım parçalar nesneleşiyorlar, ifade bulmaya başlıyorlar. Eski yerlerine koyduğun zaman da, şimdi ödünç alınmış durumda da, yan yana getirildikleri zaman da bir bütünü oluşturan, bütüne gönderide bulunan bir soru işareti oluşturuyorlar. Mısralarım uzaktan bir bakışı ve sorgulamayı içeren bir iç ses olarak sergideki nesnelerin arasında dolanıyorlar.
E.N.S. Daha önceki sergilerinizde de takip ettiğim üzere şiirin sanat ile olan bağlantı noktaları sizin işlerinizde oldukça görünür durumda. Sanatınızda hangi noktada bu şiir-sanat ilişkisi başladı. Bu ilişki hangi noktada evrildi?

İ.D. Ben kendimi şair olarak görmüyorum. Şiirlerin projelerimdeki yeri ve anlamını açıklamak için öncelikle şiirlerin nasıl ortaya çıktıklarına değinmem gerekiyor. Ben görsel sanatçısıyım. Şiirin işimde ilk ortaya çıkışı “Manuscript 1994” ile oldu. O işi yaptıktan sonra benden yorumlamam istenmişti. Bu iş o kadar subjektif, otobiyografik bir ruh halinin yansıması idi ki;ben bunu nasıl anlatırım diye düşünürken bu şiiri yazdım. “Manuscript 1994” de ne yaptım diye düşünürken şiir bir iç ses olarak belirdi. Şiiri ben bir iç ses olarak algılıyorum. Bu ses işimdeki görsel metin ile üst üste biner ve paraleldir. Diğer başka işlerimde de şiir kullandım. İşlerimde sesin önemine değinirken çoğunlukla diziler, seriler şeklinde çalıştığımı belirtmek isterim. Dizi formatı kendiliğinden oluştu. Bir biri ardına yan yana dizilen görsel işler aralarında ritmik ilişkiler oluştururlar. Bu ilişkiler negatif mekanlar, ölçülü boşluklar, renklerin ilişkileri şeklinde olabilir. Enstalasyonlarımı genellikle bu şekilde kuruyorum. Şiirdeki iç sesin ritimleri görsel ve yazılı metnin paylaştığı bir özelliktir.

E.N.S. Son serginiz “Ödünç Nesneler” de de şiirlerden alıntılar vardı. Bir anlamda ödünç alınmış nesnelere paralel ödünç alınmış mısralar da denilebilir. Son sergide yer alan şiirleri hangi kıstaslara göre seçtiniz?
İ.D. Şiirleri görsel imaja göre seçtik. Bizim için görsel öğelerle şiirlerin yakınlık mesafesi önemli idi.

E.N.S. Peki; serginizde geçmişi referanslayan nesnelerle karşılaştık. Ayrıca; sergide “nesne” kavramı da oldukça ön planda. Nesne sanatta sizin için ne kadar önemli?

İ.D. Nesnenin sözlük anlamı; ‘düşüncenin, duygunun veya eylemin yönlendirilebildiği zihinsel veya fiziki şey’dir. Biz genellikle ‘obje’ dediğimizde fiziki varlığı olan bir şeyi düşünüyoruz. Fakat; örneklerle gördüğümüz ‘boş mekan’ sergileri düşünüldüğünde boşluğun da nesnel varlığından söz edilebilir. Yani; nesne olan boşluğun kendisidir. O boşluğu biz duygu ve düşünce olarak fark ederiz. Boşluk görsel olduğu kadar duygu uyandıran bir şeydir. Ben sergide nesneleri belli duyguları ve anlamları yaratmak amacıyla seçtim.

E.N.S. Sanat-nesne derken Türkiye’de 1970’lerden sonra bu bağlamda da bir dönüşüm yaşanmıştır. Ayrıca; 1980’lerden sonra yaşanan dinamizm de tartışmaya değer. Siz bu dinamikler hakkında ne düşünüyorsunuz?

İ.D.  Eğer nesneden söz edip Türkiye portföyüne geçiş yapacaksam, 1970’ler başından itibaren Türkiye’de sanatın kavramsallığı hız kazandı. Mesela; ‘yazı sanat’ denilen metinsel işler, kitap işler, imgelerin soyut bağlantılarını düşündüren işler yapıldı. Özellikle İstanbul’da kavramsal sanat türü başladı. Sosyolojik ve siyasi kavramları düşündüren işler yapıldı. Füsun Onur bu oluşumun öncülerindendir. Türkiye çağdaş sanatında 1990’ları hazırlayan 80’li yıllar önemlidir. Bu sürede en etkili olan sanatçılar kadın sanatçılardır. 1992-1993’den sonra Türkiye’de bir patlama yaşandı. Genç erkek sanatçılar da sanatı bir yaşam biçimi olarak görmeye başladı. Sanat hayatın içinde yaşayan bir şekle girmeye başladı. Dolayısıyla sanat iyi bir yola girdi. Kavramsal işler ve toplumsal yaşamı sorgulayan işlerle önemli dönemeçlerden geçmeyi başardı.



E.N.S. Peki, bu dönemeçlerden geçtikten sonra 90’lar ve günümüz sanatçılarını nasıl buluyorsunuz?

İ.D. 1990’lardaki bu patlama ve onunla birlikte yayılan sanat yapma isteği ve 2000’lerin başında piyasanın desteği de büyük ölçüde arttı. Bugün piyasa destekli sanatçıların pek çoğu, hatta benim izlenimlerime göre kırk yaşında ve kırk yaşın altında olan sanatçılar 1980’leri bilmiyorlar. Çağdaş sanatın Türkiye’de gelişim çizgisini bilinçli olarak inkar edenler de var. Mesela; Hüseyin Alptekin’in bu konuda kendi söylemi var. Halil Altındere’nin bu yaklaşımla yaptığı bazı projeler mevcuttur. Bu grubun 1990’ların başında kavramsal ve çağdaş sanatı kendilerinin başlattıklarına inanmaları nedeniyle oluşan yanılsama hayret verici görünmektedir. Küratörlerin, eleştirmenlerin ve sanatçıların Türkiye’de 1960’larda başlayan sürecin, 70’lerin ve 80’lerin hakkında bilgi sahibi olmamalarını dehşetle izliyorum.

E.N.S. Ülkede kültür politikaları ve kurumlar düşünüldüğünde sanatı yönlendiren mekanizmaların dönüştüğü izlenebiliyor. Bu kurumların da desteği ile yurtdışı müze ve müzayedelerinde artık aranır hale gelen Türk sanatçılarının başarısı ile var olan sansür sorunları bir anlamda düşünüldüğünde tedirginlik yaratıyor. Tüm gelişmeler şablonlaştırıldığında sanki bir ileri bir geri hareket eden bir halimiz var. Siz bu tezatlık ve ironi hakkında ne söylemek istersiniz? Sanat nereye doğru evriliyor?

İ.D. 1950’lere kadar devlet desteği ile birçok etkinlik yapıldı. 1950 sonrasında seçmen oylarına dayanan idare sistemine geçilince bu destek de azaldı. Günümüzde ise toplum eskiye kıyasla daha net biçimde ikiye bölünmüş durumdadır. Ağır bir kültür eksikliği ve kültüre önem vermeme hali görülüyor. Bizim yaptığımız sanatın hedef kitlesi, kültür üreten etkinlikleri izlemeye çalışan gençlerdir- konsere giden, iyi filmleri ve bienalleri izleyenler mesela-. Benim işlerim her türlü insana açık. Sanatın gelişimi deneyimlerle de bağlantılıdır. Koleksiyoncudan, sanatçıya ve seyirciye deneyim olmadan gelişim de olmaz. “Düşe kalka” terimi vardır. Bazen bu duruma izin vermek gerekir. Türkiye’nin her yerinde bugün “kitch” ile sarmalanmış olan gençler ancak bu şekilde gelişebilir, incelir, bilinçlenir ve serpilir diye düşünüyorum. Ayrıca gençler arasında sanata ilginin genişlediğini de görüyorum. 



* Bu yazı Artist Actual- Temmuz-Ağustos 2011 sayısında syf:44-48'de yayınlanmıştır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder