Ebru Nalan Sülün
Sanat ve sansür
sorunu bir çatı altında birleştirildiğinde ilk olarak iktidar kavramı ile
bütünleşir. İktidar ise; her zaman doğru varsayımları olduğunu iddia eden ve bu
konuda her zaman doğrularını topluma empoze eden bir hal içerisinde olmuştur. İktidarın
parçası olan sansürün modern demokrasilerde varlığı ise tartışmasız devam
ediyor. Bu noktada ilk olarak akla şu soru geliyor. Sansür bir topluluk
içerisinde ne ifade eder? Sansür, genellikle
güçlünün kendisini savunmasına yönelik bir fenomen olarak algılanır. Aynı
zamanda sansür, güç ve iktidar odaklarının bazı bilgilerin halka ulaşmasını
bilerek ve isteyerek engellemek için kullandıkları bir mekanizmadır.
Siyah Bant-Logo |
O halde iktidar
denilen güç ne anlama geliyor? Aslında iktidar, ilk anda devlet olgusunu
topluma referanslar. Fakat, iktidar çatısı altındaki konformist dinamikler
içerisinde sayıları artan kültür kurumlarının, müzayede şirketlerinin, galeri
sahiplerinin, koleksiyonerlerin vb. sanat ve sansür sorunu söz konusu olduğunda
devlet kadar ağır yaptırımları olabilmektedir. Bu yaptırımları Türkiye
içerisinde de pek çok kez deneyimledik ve izledik. Bu noktada Ana Mendieta;
gerçek kültürün karşılaştığı tehlikeyi açıklar.
Der ki: “…eğer kültür kurumlarını egemen sınıfın bir parçası olan insanlar
yönetirse, o zaman sanat görünmez olacaktır çünkü onu benimsemeyi reddedeceklerdir…”(1)
Mendieta’nın bu önemli
tespiti ülkeler bazında düşündüğünüzde önemli kanıtları içerisinde barındırıyor.
Bu noktada Türkiye’ye daha yakından bakmaya çalışalım. Yirminci yüzyılda
sürmeye devam eden ideolojik ve felsefi hareketlilikler özellikle 1980’li
yıllarda çok daha hızlı oranda dönüşümü getirdi. Özellikle bu dönemde tüm
dünyada oluşmaya başlayan kitlesel, ulusal kutupluluklar ve tarihin tekrar yön
değiştirmesi hem düşünsel hem siyasal hem de sanatsal alanda değişimleri de
beraberinde getirdi. Eleştirel, anti konformist duruş, söylemler devlet
müdahaleleri ve yasalar doğrultusunda farklı çehrelere bürünerek gelişimini devam
ettirdi. Radikal ve eleştirel bir dilin hakim olduğu yeni anlatım dilinin yol
açtığı süreç sonra yaşanacak süreçleri de etkisi altına almıştır.
Türkiye’nin 1980 sonrası
yaşadığı dönüşümde bilindiği üzere ekonomik ve siyasal etkenlerin rolü
önemlidir.80 darbesinde uygulanan tutuklamalar, soruşturmalar toplumun içine
kapanmasına ve toplumsal buhrana sebep olmuştur. Bu dönem baskının en yoğun
yaşandığı dönemdir. Özellikle basın sektöründeki sıkıyönetim uygulamaları bir
takım haberlerin yapımını yasaklayan bir yapıyı ön görmektedir. Böylelikle
toplum ve gerçeklikler arasında çizilen bariyer kalınlaşmıştır.1980’ler bu yapı
bozum içerisinde şekillenirken bir taraftan da kışkırtıcı unsurların arttığı, kurucu,
kuşatıcı bir kültürel yapının da ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönem hem reddi,
hem de istekleri kışkırtan bir alt yapıyı da beraberinde getirmiştir. Mevcut
dünyada gelişen teknolojinin ilerlemesi ve bu dönemde liberal politikaların
gelişmesi ile Türkiye’de özgürlükçü bir hava esmeye başlarken, bir yandan da
baskıcı, sansürcü, örgütlenmeyi engelleyen yapı devam etmiştir. İkilemlerin
döneminde sınıfsızlık ve yersiz yurtsuzlaşma, bir taraftan da yeni kimliklerin
oluşmasına, toplumun tüm mekanizmalarının daha görünür olmasına imkân
sağlamıştır. Böylece toplumun
değişen yapısı içerisinde sanatta post modern söylevlerin öngördüğü bireysel
çıkışlar ile paralel olarak bireyin içselleştiği ve çok cepheli incelendiği bir
iç donanım gelişmeye başlamıştır. Kimlik tartışmaları içerisinde cinsiyet,
toplumsal bellek, ahlaki değerler gibi kavramların kullanımı zamansal ve
toplumsal evrimle paralel, sanatın da kabuk değiştirdiği bir zamanın habercisi
olmuştur.
1980 sonrasında devlet
sisteminin geçirdiği dönüşümler kapitalist ve ideolojik bakışın değişimine de
sebep olmuştur. Bu dönemde kapitalizmden daha çok söz edilir olması ve ülkede
dini bakış açısının görünür olması sanat ve sanata müdahalenin de dönüşümüne
sebep olmuştur. 1980 sonrasında muhafazakâr
tutum ve yaklaşımların öne çıkması ile bağlantılı olarak ahlaki endişelerle
sansür girişimlerinin arttığı izlenmektedir. Aynı yıllarda yükselen kapitalizm
ve globalizm ile bağlantılı olarak özel şirketlerin sanat koruyuculuğu, sanat
kurumu yöneticiliklerinin ağırlığı artmış ve devlet sanata verdiği desteği
zamanla azaltarak sanatı özel yönetimlere -galeri, holding sahipleri, kurumlar
vb.- yönlendirir olmuştur. Bu süreçte özel yönetimlerin devlete karşı duyduğu
konformist endişelerle uyguladıkları sansürler de sanat ve sanatçının
gelişimini engellemiş ve engellemeye de devam etmektedir.
Özellikle
1990’larda daha da hızlanan bu değişim rüzgarında 2000’li yıllarda özel galeriler
ve alternatif kolektiflerin artan sayıları dikkat çeker. 1996’da ilk sergisini
açan “Hafriyat” ile başlayan dönüşüm, sayıları hızla artan kolektif ve
inisiyatifler sayesinde hızlanmıştır. İnisiyatifler ve kolektif gruplar; sanat
arenasında özgür alanlar yaratmaları, denetleme mekanizmalarının olmaması, genç
sanatçılar için bir ortam oluşturmaları açısından güncel sanat içerisinde önemli
dinamikler olmaya devam ediyorlar. Fakat; bu oluşumların özerk
ve özgür olmaları ya da böyle hareket etmeleri onların da sansürlenmelerine ne
yazık ki engel olamıyor.
Sansür
sorununun hukuki boyutu, sansüre karşı düşünürken önemli bir paydayı oluşturur.
Bu bağlamda 1982 T.C.
Anayasası’nın 26.maddesine göre ; “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz,
yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya
fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo,
televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine
bağlanmasına engel değildir.” ifadesi mevcuttur. Türkiye’de 1982 anayasası ve yaşanan sansür vakaları dikkate alındığında 26.
maddenin 1982 yılından itibaren ihlal edildiği de ortaya çıkıyor.
Bu
ihlaller karşısında sanatçı duruşunun nasıl olması gerektiği kocaman bir soru
işaretini barındırıyor. Bu noktada Türkiye’nin sansür ve sanatçı gündemi dünya
geneline göz atarak şekillenebilir. Özellikle Amerika’da bu soruna ilişkin
yayınlanmış pek çok kitap ve sanatçı birlikteliği mevcut. Bana göre sansürle
mücadele için öncelikle sansürün anlamı ve hikayesi üzerine daha derinlikli
araştırmalar yapmak gerekiyor. Ayrıca, Türkiye’de sansüre
karşı fikir ve sanat özgürlüğü hakkında anayasal değişikliklerin yapılması ve
bu konuda kamu bilincinin geliştirilmesi için de gerekli yasaların gündeme
getirilmesi adına birliktelikler oluşturulabilir. Sanat ortamında böylesi
sağlam birlikteliklerin oluşturulması toplumsal farkındalığın geliştirilmesinde
de önemle bir payda oluşturabilir. Sivil toplum beraberlikleri veya sanatçı
duyarlılıkları ile de şekillenebilecek bu türlü birlikteliklerin sanatı
dönüştürebileceği gibi aynı zamanda sanatın gelişmesine de faydası olacaktır.
Son haftalarda
kurumsal boyuttaki sansür tartışmaları ile gündeme gelen İstanbul Modern
üzerine de birkaç şey söylemek gerek. Bu olayda Hakan Akçura tarafından bir
imza birliği oluşturuldu. Bu durum sansüre karşı tek sesliliğin oluşumu adına
çok önemli idi. Fakat, orada imzası olan birçok kişinin “Bubi için değil, sansüre
karşı olduğum için imza attım” fikrinde olduğunu biliyorum. Şahsen ben de bu
nedenle o metne imza attım. Bu noktada sansüre karşı duyarlılığın tarafsız ve
çok cepheli olma zorunluluğuna da değinmeden edemeyeceğim. Ülkenin pek çok
köşesinde gizli gizli yasaklanan, sansürlenen sanatçı sayısı hiç de az değil.
Bu sanatçılar kurumsal güçler, galeriler, yerel yönetimler ya da halk tarafından
devamlı sansürlenmekteler ama seslerini duyurabilecekleri bağlantı
yoksunluğundan –özellikle İstanbul dışında- susmaya ve aynı kaderi yaşamaya
devam ediyorlar. Bazı sanatçılar da var ki; -Bubi örneğinde olduğu gibi- bu
grup sanatçılar sansür olup olmadığına bile henüz karar verilemeyen bir
yasaklama ya da kabul görmeme halini bir şova dönüştürebiliyor. Bu noktada şu
durum da bana göre tartışılmalı. Sansürleneceğinden ya da kabul görmeyeceğinden
emin olarak bir yapıt üretmek, tahmin edildiği üzere kabul görmemek ve bu
durumdan prim sağlamaya çalışmak ya da bu yolla isminden söz ettirmek, bir nevi
durumu şova dönüştürmek. Sizce söz ettiğim durum da bir karşı duruşu
gerektirmiyor mu? Elbette ki sansür mekanizması çalıştığı an birlikteliğin
oluşumu önemli fakat sanatçı tuzaklarına da düşmemek gerekmekte.
Bubi olayından
sonra kurulan sanattasansür@gmail.com grubu ve
Haziran 2011’de kurulan “Siyah Bant” platformu bu anlamda bence ülkede gelişen
her türlü sansür girişimine karşı oluşan çok önemli oluşumlar. Bu noktada
“Siyah Bant” platformunun oluşturduğu bir
sansür arşivinin olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu durum da toplumsal belleğin
kaydı demek oluyor. Bu arşiv zaman içerisinde genişlemeye ve Türkiye adına çok
önemli bir literatür oluşturmaya devam etmeli. Ayrıca; “Siyah Bant” platformunun
sansür sorununa karşı düzenlediği konferanslar, paneller ve tartışma
platformlarında hukuki çözüm yollarını araması, sanatçı ve eleştirmen
deneyimlerine başvurması da çok önemli. Ek olarak, yeni açılan sanattasansür@gmail.com
grubu da Türkiye’de sansüre karşı dur demek isteyen herkese açık bir platform
olma yolunda şekilleniyor. Her türlü sansür girişimine karşı birlik olmayı
hedefleyen, vakaları arşivleyerek çözüm yollarını tarayan bu oluşumlar
gerçekten umut verici. Özelinde; sanatçıyı ön planda tutmadan sansüre karşı ne
yapılabileceğini hukuki boyutta tartışan, ortak toplantılarla çözüm önerileri
alan bu grupların enerjilerini kaybetmeden dinamik havalarını sürdürmeleri
gerekmekte. Grupların kendi içerisindeki tutarlılıkları ve çözüm arayışları
umarım yapıcı yeniliklere teşvik için aracı olur ve kanun bazında da önemli
yeniliklerin oluşumunu sağlarlar. Toplumsal farkındalık, sanatçı birliği ve
duyarlılığını sağlamaları bile şu noktada önemli bir fayda diye düşünüyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder